7 Aralık 2008 Pazar

Mesut Ol Sen

Sözleri Fecri Ebcioğlu'na müziği Tony Osborne'a ait eski bir şarkı. Hayatımda ilk kez Hatırla Sevgili'nin 19. bölümünü izlerken dinleme şansını yakaladım bu şarkıyı. Malum sahnede Okan Yalabık'ın canlandırdığı Necdet karakteri Yasemin'in Ahmet'le birlikte Kıbrısçık'a gideceğini biliyordur. Sabah uyanır evde çıt yoktur. Rüya'nın odasına girdiği anda fonda İzmir aşığı Dario Moreno'nun sesinden "Mesut Ol Sen" çalmaya başlar. Kızının oyuncaklarını öpüp koklayarak ağlayan Necdet'in hıçkırıkları şarkının ezgilerine karışır. Evin içinde bitip tükenmiş bir halde dolaşırken şarkı da yavaş yavaş sona erer. Tam da bu sırada kahvaltı sofrasını görür. Daha şaşkınlığını üzerinden atamamıştır ki içeriden Rüya'yı canlandıran şirinlik muskasının sesi duyulur : "Baba, babacığım..". İşte tam bu anda Okan Yalabık'ın oyunculuğu herşeyini kaybettiğini zanneden bir adamın aslında hala sevdiklerine sahip olduğunu anlaması duygusunu izleyiciye sonuna kadar hissettirir. Bu sahne tekrar tekrar izlenir ve her seferinde Dario Moreno'nun müthiş sesine ve Okan Yalabık'ın kusursuz oyunculuğuna şapka çıkarılır.

6 Aralık 2008 Cumartesi

EURO 2004

4 Dünya Kupası 4 de Avrupa Şampiyonası takip etmiş biri olarak söylemeliyim ki EURO 2004 bunlar içinde açık ara en zevksiz turnuvaydı. Oysa ne güzel başlamıştı herşey. Daha eleme maçları oynanırken muhtemelen 2002'de elde etmiş olduğumuz başarının da gazıyla rüyamda Avrupa Şampiyonu olduğumuzu görmüştüm. 2003 yazında genç oyuncularımızın Konfederasyon Kupası'ndaki performansını görünce umutlarım iyice artmıştı. Ama rüyalar tersine çıkar diye boşuna dememişler. Daha spor gazetelerimizin attıktarı "Çek bir Letonya" manşetlerinin mürekkebi kurumamıştı ki bir anda kendimizi Avrupa Şampiyonası'nın dışında buluverdik. Rüyam tersine çıktı diye üzülüyordum ama bir rüyanın en fazla ne kadar tersine çıkabileceğini görmem için 4 Temmuz 2004'ü beklemem gerekiyordu.
EURO 2004 tarihte açılış maçı ile final maçı aynı takımlar arasında oynanan ilk büyük turnuvaydı. Ancak ne bu iki maç ne de aralarında oynanan 29 maç izleyenlere keyif vermedi. Defansif anlayışın dünya futbolunda zirve yaptığı yıldı 2004. Diğer büyük turnuvaların aksine akılda kalan hiçbir maç olmamıştı. Benim de aklımda hiçbir maç kalmadı ama bir anı kaldı. Çeyrek final maçları başlamadan önce arkadaşlarla toplanmış oturuyorduk. Maçlardan konuşuyorduk. O sırada benim "Abi bütün takımların gücü birbirine yakın. Yunanistan dışındaki 7 takımın da şampiyonluk şansı var" şeklinde talihsiz bir beyanatım oldu. Be kardeşim göt olunur da böyle mi olunur. Hala hatırladıkça gülerim. Kısacası hem sıkıcı hem de hayal kırıklıklarıyla dolu bir turnuva olmuştu benim için. Ama yine de futboldu sonuçta, gönül verdiğimizdi, o yıl az meyve vermiş olsa da meyvesi goldü. Bunlar da en güzel 10 golü EURO 2004'ün (Tabi bana göre).


5 Aralık 2008 Cuma

2002 Dünya Kupası

1994 ve 1998 Dünya Kupaları’nı takip etmiş ve 4 yılda bir yaşanan bu keyfi özlemle bekleyen biri olarak 2002 Dünya Kupası’nın gönlümdeki yeri ayrıydı. İlk kez ülkemin milli takımını bir Dünya Kupası’nda izleyecektim. 16 Haziran 2002’de ÖSS’ye girecek olamama rağmen hazırlıklar benim için 31 Mayıs 2002’de sona ermişti. Çünkü o gün Dünya Kupası başlıyordu.

Turnuva ilk kez Amerika ya da Avrupa kıtalarının dışında bir yerde düzenleniyordu. Bir başka ilk de turnuvayı iki ülkenin birlikte düzenlemesiydi. Bu sayede maçlar her biri son teknoloji ürünü tam 20 ayrı stadyumda oynanacaktı. Ayrıca takımlar ilk kez organizasyona 22 yerine 23 kişilik kadrolarla katılıyorlardı. Kadroya 23. kişi olarak takımların 3. kalecileri eklenmişti. Son Dünya Şampiyonu’nun, turnuvaya eleme oynamadan doğrudan katılması kuralı ise son kez uygulanıyordu. Bu kontenjandan yararlanan son takım 1998’in şampiyonu Fransa olmuştu. Ancak eleme oynamadan alınan bu bilet Fransa’ya pek yaramadı. Bir gol bile atamadan elenerek Dünya Kupaları tarihinin en kötü son şampiyon performansını sergilediler. Açılış maçında Fransa’yı 1-0 yenerek tüm dünyayı şaşırtan Senegal ise Ekvator, Slovenya ve Çin ile birlikte turnuvaya ilk kez katılan 4 takımdan biriydi. Turnuva başlamadan önce Dünya Sıralaması’nda 79. sırada bulunan Senegal’in çeyrek final oynayacağını kim tahmin edebilirdi.

İlk kez katılan diğer üç takım ise grup sonunculuğunda kalmışlardı. Bu başarısızlığa rağmen Çin’in antrenörü Bora Militunovic üst üste 5. kez hem de 5 farklı takımla (1986 Meksika, 1990 Kosta Rika, 1994 A.B.D., 1998 Nijerya, 2002 Çin) Dünya Kupasına katılmanın gururunu yaşıyordu.
Arjantin, Nijerya, İngiltere ve İsveç’in bulunduğu F grubu ölüm grubu olarak adlandırılmıştı. Güney Amerika elemelerini ilk sırada tamamlayıp turnuvaya favorilerden biri olarak gelen Arjantin, ölüm grubundan çıkamayarak taraftarlarını hayal kırıklığına uğratmıştı. Ancak turnuva sona erdiğinde asıl ölüm grubu F grubu değil de Brezilya ve Türkiye’nin yer aldığı C grubu gibi görünüyordu. Çünkü bu takımlardan biri Dünya Şampiyonu diğeri de Dünya Üçüncüsü olacaktı. Statü izin verseydi belki de finalde karşılaşacaklardı.

Grup maçları sonunda Fransa ve Arjantin’in yanı sıra son Dünya Üçüncüsü Hırvatistan ve maçlara kolsuz formalarla çıkma isteği FIFA tarafından reddedilen son Afrika Şampiyonu Kamerun da kupaya veda etmişti. Bir başka sürpriz de ikinci turda yaşanmıştı. Güney Kore Ahn Jung Hwan’ın attığı altın golle İtalya’yı 2-1 yenmiş, Ahn ise attığı golün bedelini o sezon formasını giydiği İtalyan takımı Perugia’dan kovularak ödemişti.

Çeyrek finalistler belli olduğunda ilginç bir tablo ortaya çıkmıştı. Kupa tarihinde ilk kez çeyrek finalde Avrupa, Güney Amerika, Kuzey Amerika, Asya ve Afrika kıtalarının hepsi birlikte temsil ediliyordu. Turnuvanın ev sahiplerinden Güney Kore İspanya’yı penaltılarla eleyerek kupa tarihinde yarı finale çıkan ilk Asya takımı olmuştu. Senegal ise İlhan Mansız’ın golüyle Türkiye’ye boyun eğmiş ve kupa tarihinde yarı finale çıkan ilk Afrika takımı olma şansını yitirmişti. Brezilya’nın İngiltere’yi 2-1’le geçtiği maç Ronaldinho’nun ilerleyen yıllarda dünya futboluna damgasını vuracağının sinyallerini veriyordu.

Yarı finalde Türkiye’yi 1-0 la geçen Brezilya üst üste 3. kez finale kalarak Almanya’dan (1982-1986-1990) sonra bunu başaran 2. takım oluyordu. Bu durum Brezilya kaptanı Cafu’ya da üst üste 3 Dünya Kupası’nda final maçı oynayan ilk oyuncu olmanın gururunu yaşatacaktı. Evsahibi Güney Kore’yi 1-0’la geçen Almanya da diğer finalist olmuştu. Bu kadar çok sürprizin yaşandığı turnuvada finalistler hiç de sürpriz değildi. 1938’den sonraki tüm kupalarda finalde Brezilya ya da Almanya’dan biri vardı (1978 hariç). İşin ilginç yanı ise daha önce 6’şar kez final oynayan bu iki takımın ilk kez finalde karşılaşacak olmalarıydı. 2002’ye kadar adeta nöbetleşe final oynayan Brezilya ve Almanya ilk kez finalde birbirlerine rakip olmuşlardı.

Final maçından bir gün önce Türkiye ile Güney Kore üçüncülük maçında karşı karşıya geliyordu. Hakan Şükür Türkiye’yi 1-0 öne geçirdiğinde ilk düdüğün üzerinden yalnızca 11 saniye geçmişti. Bu gol Dünya Kupaları tarihinin en erken golü olarak kayıtlara geçti. Türkiye maçı da 3-2 kazanmış ve Dünya Üçüncüsü olmuştu. Böylece EURO 2000’deki 2-0’lık Belçika galibiyetiyle başlayan, burada da 1-0’lık Japonya galibiyetiyle süren “büyük turnuvalarda ev sahibi takımları yenerek kupanın dışına itme” geleneği de devam etmiş oldu. Türkiye bu geleneğini EURO 2008’de İsviçre’yi son dakika golüyle 2-1 yenerek sürdürecek ve ev sahibi takımların korkulu rüyası haline gelecekti.

Dünya kupaları tarihinin en başarılı 2 takımını karşı karşıya getiren finalde Brezilya, Ronaldo’nun golleriyle Almanya’yı 2-0 mağlup edip mutlu sona ulaşırken tüm maçlarını normal süre (90 dakika) içinde kazanarak kupayı alan ilk takım oldu. Brezilya’yı şampiyonluğa taşıyan Ronaldo, Rivaldo, Ronaldinho ve Roberto Carlos dörtlüsü turnuva boyunca otoriteler tarafından 4R olarak isimlendirilmişti ve bu 4 futbolcu da turnuvanın All-Star takımına seçilmeyi başarmıştı. Küçük oğlu onu Roberto Carlos’la karıştırdığı için üçgen şekilli enteresan bir saç traşıyla maçlara çıkan Ronaldo 8 golle gol kralı olurken 1970’ten bu yana 6 gol barajını aşan ilk oyuncu olmayı da başarıyordu.

2009

Bundan önceki yılların aksine ailemle ya da sevdiklerimle birlikte değil de şu anda hiç tanımadığım insanlarla ve henüz neresi olduğunu bilmediğim bir yerde gireceğim yıl. Tabi büyük ihtimalle şu anda hiç tanımadığım bu insanlarla yani asker arkadaşlarımla 31 Aralık 2008 akşamı çoktan can yoldaşı olmuş ve henüz neresi olduğunu bilmediğim o yere de bir şekilde alışmış olacağım. Ancak ne olursa olsun bundan öncekilerden çok farklı bir yılbaşı olacağına şüphe yok. Tabi olur da meslek kurası çeker ve yılbaşını evimde geçirme olanağı yakalarsam bu mesaj kendi kendini imha edecektir.

4 Aralık 2008 Perşembe

inet-tr 2007

inet-tr, Türkiye'de internet konferansıdır. Her yıl düzenlenir ve genelde teknik konulardan çok Türkiye'de ınternet'in sosyal yönü konuşulur. 12.si de tıpkı 1995 yılındaki ilk konferans gibi Bilkent Üniversitesi'nde 8-10 kasım 2007 tarihlerinde düzenlenmiş ve ağırlıklı olarak internette sansür konusu üzerinde durulmuştu. Konferansa teknik bir konuda (Gezgin satıcı probleminin genetik algoritmalarla eniyilemesi ve etkileşimli olarak internet üzerinde görselleştirilmesi) sunum yapmak üzere gelmiş olmamıza rağmen sansür konusundaki sunumları da ilgiyle takip etmiş, özellikle de 5651 numaralı yasanın eleştirildiğini görmüştük. Eleştirilerin ne kadar haklı olduğu ise konferansın ardından geçen birkaç aylık süre içerisinde başta youtube olmak üzere birçok internet sitesinin bu yasa gerekçe gösterilerek defalarca kapatılmasıyla ortaya çıktı.
Bütün bunların yanında konferans uzun bir aradan sonra Ankara'ya gitmemi sağlamıştı. Sunumu birlikte yaptığım dostum Utku'yla ilk günümüzü konferansta geçirdikten sonra, ikinci gün sıkıştırılmış bir Ankara turu yapmaya çalışmıştık. Gezebildiğimiz yerler arasında Kızılay, Anıtkabir, Ulus, Gençlik Parkı, İlk Meclis ve Anadolu Medeniyetleri Müzesi vardı. Ertesi gün İzmir'de KPDS'ye girecek olmamdan dolayı 10 Kasım sabahı, benim için eve dönüş vaktiydi. Hayatımda ilk kez bir 10 Kasım sabahı Ankara'daydım ama otobüse yetişecek olmamdan dolayı Anıtkabir'e gitme şansım yoktu. Kızılay'dan metroya binmiş AŞTİ'ye doğru giderken tam da Anıtkabir'e en yakın istasyon olan Tandoğan'da saatin 9.05 olduğunu farkettim. Sirenlerin çalmaya başlamasıyla birlikte saygı duruşuna geçtiğimde bir 10 Kasım sabahı saat 9'u 5 geçe Ata'ya bu kadar yakın olmanın çok güzel bir duygu olduğunu hissettim ve kendi kendime "En kısa zamanda bir 10 Kasım sabahı 9.05'te Anıtkabir'de olmalı ve bu duyguyu tam anlamıyla yaşamalıyım" diye söz verdim.

Canım Ailem

Dizi, ilk üç bölüm itibariyle "Süper Baba" ve "İkinci Bahar"ın ardından özlemini duyduğumuz o sıcak aile ortamını başarıyla yansıttı. Sanırım bundaki en önemli etkenlerden biri de Meliha rolündeki Şebnem Bozoklu'nun üstün performansı. Uğur Yücel, Ozan Güven, Ezgi Mola ve İlker Aksum gibi isimleri görüp diziyi izlemeye başlayanlar için Şebnem Bozoklu da bonus oldu bir yerde. Sadece "Samim seni öldürürüm" repliğini söyleyişiyle bile ciddi bir hayran kitlesi oluşturduğunu görmek mümkün. Sonuç olarak ben yakında askere gideceğim için takip edemeyecek olsam da "Süper Baba" ve "İkinci Bahar"ı severek izleyenlere bu diziyi de mutlaka takip etmelerini öneririm.

3 Aralık 2008 Çarşamba

The IT Crowd

Zamanında ekşi sözlükte "Doktorun hayatından dizi olur, avukatın hayatından dizi olur, mühendisin hayatından bir bok olmaz" diye bir yazı okumuştum. Bir bilgisayar mühendisi olarak hem çok gülmüş hem de çok doğru bulmuştum. Durum böyle iken bilgisayar mühendislerinin olmasa da bilgi işlem çalışanlarının hayatından bu kadar komik bir dizi çıkarmak takdire şayan. Sanırım İngilizler "Coupling"den sonra bir kez daha bu işi bildiklerini gösterdiler. Yılda 6 bölüm yapıyorlar ama içine 24 bölümlük kahkayı sığdırabiliyorlar. Birçok yerde dizinin, "The Big Bang Theory" ile karşılaştırıldığını gördüm. "The Big Bang Theory"i severek izleyen biri olarak, "IT Crowd"un elimdeki bölümlerini tekrar izledikten sonra söyleyebilirim ki "IT Crowd", "The Big Bang Theory"den çok üstün. Sanırım bunun nedeni bir karakterin öne çıkması yerine tüm karakterlerin kendine has farklı komik taraflarının bulunması. Örneğin ben şirketin sahibi Denholm karakterine üç ana karakterden de fazla gülüyordum. Gülüyordum diyorum çünkü kendisi öldü ama yine de arada bazı bölümlerde görünüyor (Komedi dizinin spoilerı olmaz canım). İzlememiş olanlara önerim bir çırpıda izlemek yerine keyfini çıkara çıkara (Örneğin bir oturuşta en fazla 2 bölüm) izlemeleri. Bir de 2. sezonun ilk bölümünü izlerken kahkaları sırasında düşmeyecekleri bir yere oturmaları.

2 Aralık 2008 Salı

Yedek Subay Sınavı

325. dönem olarak 2 Aralık 2008'de Gaziemir Ulaştırma Okulu ve Eğitim Merkez Komutanlığı'nda girdiğim sınav. Bundan sonra sınava gireceklere kolaylık sağlaması için yaşadıklarımı taze taze yazıyorum. Bir gün önceden Üçyol'dan Gaziemir'e ilk dolmuşun saat 6.15'te kalktığını öğrendiğimden, sabah 6 gibi (ezan okunurken) evden çıktım. 6.10 da dolmuşa bindim, dolmuş daha 6.15 olmadan kalktı. Dolmuştakilerin çoğu da benim gibi Ulaştırma Okuluna sınava gidenlerdi. 12-13 dakikada Gaziemir Tansaş'ın önüne geldi. Burda inip yolun diğer tarafına geçtik ve içeri doğru yürümeye başladık. Tren istasyonun ordaki alt geçitten geçip 5-6 dakika daha dümdüz devam edince kapıdaki kuyruğa ulaştık. İsim yazma, numara alma gibi olaylar yerine düzenli tek sıra bir kuyruk olması sayesinde en ufak bir kaynama dahi yaşanmadı (Sınava daha önce farklı yerlerde girenlerden bu konuda çok şikayet duymuştum. Biz bu açıdan şanslıydık). 6.30 - 8.30 arası nizamiyenin dışında başlayıp içinde kıvrılarak devam eden kuyruğun açık havadaki bölümünde geçti. Her ne kadar İzmir de olsa sabahın erken saatlerinde üşüyenler olabilir, kalın giyinmekte fayda var. 8.30'da iç mekana girdik. Burada bize geçici bir süre işimize yarayacak yaka numaraları verildi. Ayrıca 12. grup (her grup 50 kişi) olduğumuz ve grup halinde hareket edileceğinden birbirimize dikkat etmemiz gerektiği söylendi. Ardından bir tarafı izin diğer tarafı tebellüğ belgesi olan kağıtlardan 3er tane alıp bir grup halinde bir odaya oturtulduk. 5-10 dakikalık bekleyişin ardından daha geniş bir yere geçtik. Burada herkes 1 YTL'ye içinde kurşun kalem, silgi, kalemtraş ve siyah tükenmez bulunan zarflardan aldı (Yanında kalemi olanlar da aldı çünkü bu zarflar gün sonunda tüm belgelerimizin içine konulacağı zarflardı). Zarfları aldıktan sonra masalara geçip izin ve tebellüğ belgelerini söylenen biçimde doldurduk (Aday no hariç, o daha sonra verilecek). Bu işlemden sonra daha geniş bir bekleme salonuna götürüldük. Burada upuzun masaların etrafına 50'şerli gruplar halinde oturduk. Şubeden aldığımız zarflardaki belgeleri boşaltıp yeni aldığımız zarflara koyduk. Sıcak ve rahatça oturabileceğimiz bu ortamda 30-35 dakika kadar dinlenip, sohbet etme fırsatı bulduk. Bizim grubun sırası gelince tekrar ayağa kalkıp sıralandık. Sarı zarfıyla birlikte iaşe bedelini (Benim 8 YTL idi örneğin) almayan var mı ve birinci dereceden yakını şehit olan var mı gibi sorular sordular. Ardından belgelerimizi sırayla bilgisayar başındaki askerlere ve asal görevlilerine kontrol ettirdik. Hemen sonra da asıl aday numaralarımızı aldık. Böylece yakamızdaki geçici numaraları çıkartıp bu yeni numaraları iğneledik. Elimizdeki izin ve tebellüğ belgelerine de bu yeni numarları yazıp, bu belgelerden 1 tanesini oradaki görevlilere teslim ettik. Ardından doktorun önünde sıraya geçtik herkes optik formunda ilgili alana doktorun adını ve rütbesini yazdı. Doktor hızlıca hepsini imzaladı. Daha sonra tekrar sıraya geçtik ve burada balıkadam var mı gibi sorular soruldu. Bunun ardından yeniden açık havaya çıktık ve bizi sınava gireceğimiz yere taşıyacak otobüsü beklemeye başladık. Bu arada fırsattan yararlanıp yiyecek bir şeyler almak isteyenler oldu ama otobüs hemen gelince otobüse bindik ve sınava gireceğimiz yere götürüldük. Biz vardığımızda bizden önceki 2 grup sıralanmış bekliyordu. Çok geçmeden içeridekilerin sınavı bitti ve biz üç grup (150 kişi) olarak sırayla sınav yerine girdik. Optik form ve kimliğimiz dışındaki belgeleri zarfa koyduk. Sınavımız 11.15'te başladı ve 12.15'te tamamlandı. Sorular ne çok kolay ne de çok zordu. Soru kitapçığı üzerinde işlem yapmak yasaktı, işlemler için küçük bir kağıt vardı. Sınavın ardından optik formlarımızı sırayla teslim ettik ve sıra son işlemlere geldi. Önce herkes zarfının üztüne adını, soyadını ve aday numarasını yazdı, daha sonra da izin ve tebellüğ belgelerinden birini cebine ya da cüzdanına koydu. Bu işlemlerin ardından sarı zarfımızdan çıkan zımbalanmış evraklardan dil belgesi, lisans ve yüksek lisans diploması gibi belgelerin birer kopyasını ayırmamız istendi. Ayırdığımız belgelerin üstüne kırmızı kalemle aday numaramızı yazdık. Görevli subaylar belgeleri son kez kontrol etti ayırdığımız belgeler onlarda kaldı, diğerleri zarfa kondu. Zarfın ağzı kapatıldı ve bantlandı. 15 dakika kadar bir bekleyişin ardından gelen otobüs bizi sınava girdiğimiz yerden alıp nizamiyenin dışına bıraktı. Böylece saat 13.10 gibi tüm işlemlerimiz bitmiş oldu. İçeride bulunan asker ve subayların tavırları son derece iyiydi. Ayrıca kaynamalara olanak tanımayacak bir sistemin oturtulması da sevindiriciydi. Böylece kimse kimsenin hakkını yememiş oldu.
Bunlarda sıkça sorulan soruların cevapları
  • Uzun saç ya da sakala kimse karışmıyor.
  • Cep telefonu getirebilirsiniz ama içeriye girerken bataryasını ayırmanız isteniyor.
  • Sigara içenlere açık alanlarda pek karışan olmadı.
  • Kalem, silgi getirmeye gerek yok. Almak zorunda olduğunuz zarfın içinde hepsi var.
  • Yiyecek, içecek birşeyler almakta fayda var. İşiniz erken bitmezse ve içeride yiyecek içecek alma fırsatınız olmazsa sorun yaşayabilirsiniz.
  • Bence sınava ilk gün girmeyin. İlk gün girenler içeride bizden çok daha fazla kalmış.
  • Ya bir arkadaşınızla gidin ya da aynı grupta bulunduğunuz kişilerle bol bol muhabbet edin. Başka türlü vakit geçmez.

30 Kasım 2008 Pazar

Phone Booth

1996'da NYU öğrencilerinin çektiği "The End of the Line" adlı kısa film Hollywood yapımcılarının çok hoşuna gitmiş olacak ki bunu uzun metraj yapalım demişler. Kısa filmi lastik gibi çekerek uzatmaya çalışınca da ortaya orjinal bir konudan 77 dakikalık vasat bir film çıkmış. Tek mekanda uzun metraj film yapmanın ne kadar zor olduğunu anlamışlardır umarım. Anlamamışlarsa "12 Angry Men"i bir kez daha izlemelerini öneriyorum.
Bunlar da filmle ilgili imdb kaynaklı bazı hoş bilgiler :
  • Filmin 15 Kasım 2002'de gösterime girmesi planlanıyormuş, ancak Maryland, Virginia ve Washington D.C.'deki Sniper saldırıları yüzünden filmin gösterime gireceği tarih ertelenmiş.
  • Filmdeki mekan New york olarak belirtilmesine rağmen çekimler Los Angeles'da gerçekleşmiş.
  • Filmde fuck kelimesi 143 kez kullanılmış (Neredeyse 30 saniyede 1).
  • Colin Farrel'ın itiraf sahnesi bir seferde çekilmiş.

The Dark Knight

Film gayet güzel. Çok büyük beklentiyle izlememe rağmen hayal kırıklığına uğramadım. Heath Ledger'ın film gösterime girmeden hayatını kaybetmesi filme ilgiyi arttırmış olabilir belki ama bu, Heath Ledger'ın Joker rolünde son derece başarılı bir performans sergilediği gerçeğini değiştirmez. Hatta Joker karakterinin filmde Batman'in önüne geçtiğini bile söyleyebiliriz. Filmin imdb top 250 listesindeki yerine gelecek olursak, şu anda bulunduğu konumu hak edip etmediğini zaman gösterecek. Filmin üzerinden birkaç yıl geçmeden kesin bir yargıya varmak doğru olmaz diye düşünüyorum.
Bunlar da filmle ilgili imdb kaynaklı bazı hoş bilgiler :
  • Film adında "Batman" geçmeyen ilk Batman uyarlaması
  • Christopher Nolan Joker rolü için Heath Ledger'ı seçmesinin nedenini onun korkusuz olması olarak açıklamış.
  • İlk filmde Rachel Dawes karakterini canlandıran Katie Holmes bu kez rolü reddedip, Mad Money'de oynamayı tercih etmiş.
  • Filmin başlarında Gordon'un, Dent'in ofisinde olduğu sahnede görülen üzerinde "Kaiser Soze" yazılı kutu ile "Usual Suspects"e gönderme yapılmış.
  • Heath Ledger, Joker karakterinin psikolojosine girebilmek için kendini dış dünyadan soyutlayıp 6 hafta bir motel odasında kalmış (Filmdeki performansını görünce bu çalışmanın işe yaradığını rahatlıkla söyleyebiliriz)
  • Filmdeki patlama sahnesi Londra'da çekilmiş ve alevleri gören bazı kişiler terörist bir saldırı olduğunu düşünüp polisi aramışlar.
  • Film şu anda açılış haftasında en çok gişe hasılatı yapma ve ilk gününde en çok yerde gösterime girme rekorlarını elinde bulunduruyor.
  • Gösterime girdikten 2 gün sonra imdb'de ilk sıraya yükselen ilk film.
  • Heath Ledger sorgulama sahnesinde rolün gerektirdiği ruh haline bürünebilmek için Christian Bale'den kendisine olabildiğince sert vurmasını istemiş.
  • Film Empire dergisi tarafından Eylül 2008'de oluşturulan "Tüm Zamanların En İyi 500 Filmi" listesinde 15. sırada yer almış.
  • Batman şehri filme dava açmış (Maalesef imdb'de bu bilgi de var, ağlasak mı gülsek mi bilemedim).

28 Kasım 2008 Cuma

Osmanlı Cumhuriyeti

Baştan söyleyim filmi beğendim. Ana fikir ve bu fikir üzerinden verilmek istenen mesaj çok güzel. Filmi değerlendirmeye oyunculardan ve bazı ayrıntılardan başlayım. Cem Yılmaz'ın Hokkabaz'daki performansından sonra Ata Demirer de Osmanlı Cumhuriyet'inde sadece komedi oyuncusu olmadığını göstermiş. Vildan Atasever ise yine sesten kaybediyor. Bu iki oyuncunun canlandırdıkları karakterler arasında sayısız romantik komediye konu olan türden bir aşk hikayesi mevcut. Klişeleri sevmeyen bir izleyici olarak "Ulan bi filmde de bir görev ya da iddia için birini kendine aşık eden karakter, bu süre içinde karşısındakine aşık olmayıp görevini başarıyla tamamlasın kurban kesecem" dedim filmi seyrederken. Zaten bu klişe aşk hikayesi olmasa film muhtemelen daha iyi olurdu. Sanırım olaylar padişahın psikolojisiyle ve onun gözünden anlatıldığından böyle bir hikayeye ihtiyaç duyulmuş. Ama her tarafından dram fışkıran bir ülkede bir padişahın yalnızlığı ve dramı çok da ilgi çekici gelmiyor izleyiciye.
Asıl mevzuya gelecek olursak, insan psikolojisinden çok fazla anlamam ama bir şeyin değerini anlatmanın en iyi yolunun onun yokluğunu göstermek olduğunu da bilirim. (Burada çok sevdiğim 1946 yapımı "It's a Wonderful Life"a da bir selam durmak gerekir sanırım). Osmanlı Cumhuriyeti de bu yöntemi kullanarak bize Atatürk'ün ve bağımsızlığın değerini bilmemiz gerektiğini gösteriyor. Bununla da yetinmeyip günümüzde bağımsızlığımızdan verdiğimiz ödünleri de oldukça şık bir biçimde eleştiriyor (Tam olarak doğru hatırlamıyor olabilirim ama "Para veren buyruk da verir" gibi bir söz vardı filmde. Bu sözü çok beğendim). Filmin komedi yönü ise biraz zayıf kalmış. Halihazırda böyle güzel bir fikir varken işin komedi tarafına hiç bulaşmasalar mıymış acaba diye düşünüyor insan. Bunu söylememin bir diğer nedeni de günümüzde Atatürk'ün bu ülke için yaptıklarının ve tam bağımsızlığın öneminin küçültülmesi ve gözden düşürülmesi amacıyla yapılan çalışılmaların yoğunlaşması. İşte tam da bu sebepten komediyi bir tarafa bırakıp sadece Atatürk'ün ve tam bağımsızlığın önemi çok daha çarpıcı ve vurucu bir biçimde anlatılsaymış keşke diyorum.

27 Kasım 2008 Perşembe

Topkapı

Tamamına yakını İstanbul'da çekilen, 1964 yapımı Hollywood filmi. Başta Ocean's Eleven olmak üzere çok sayıda soygun filminin de atası ve esin kaynağı. Hatta imdb de Missiom Impossible serisine de esin kaynağı olduğu şeklinde iddialar mevcut. Peter Ustinov'a en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar'ını getiren filmde Ege Ernart, Senih Orkan ve Danyal Topatan gibi Türk oyuncular da rol almış. Rol almaları da son derece yerinde olmuş. Bu sayede bizim bile anlamakta güçlük çektiğimiz abuk subuk bir Türkçe konuşan Türk karakterlere rastlamıyoruz filmde. İstanbul'da çekilen diğer Hollywood filmlerini (Örn: From Russia With Love) izleyenler ne demek istediğimi gayet iyi anlamışlardır. Filmin bonusları ise 60'ların İstanbul'undan manzaralarla tavla, yağlı güreş ve türküler gibi bize ait motifler. İzlemeyenlere tavsiye olunur.

120

Filmin öyle bir hikayesi var ki mutlaka anlatılmalı, dinlenmeli, izlenmeli. İnsanın kendi tarihine ait gerçek ve bu kadar vurucu bir olay karşısında duygulanmamasına ya da gözlerinin dolmamasına olanak yok. Zaten film ekibi de hikayeyi yeterli görmüş olacak ki filme çok da fazla özen göstermemiş. Özellikle son derece sıkıcı ve durgun olan ilk yarı izleyiciyi hikayeye hazırlamak yerine konudan uzaklaştırıyor. Neyse ki filmin ikinci yarısında durum toparlanıyor ve insan ister istemez kendini bu duygu seline kaptırıveriyor. Sonuç ne olursa olsun bugüne kadar çok da fazla su yüzüne çıkmamış olan bu kahramanlık destanını bir sinema filmine dönüştürenlere teşekkür etmek gerekir diye düşünüyorum. Bu arada filmin sonundaki bayrak geçişi sahnesi gerçekten muhteşemdi. Kim düşündüyse tebrik ederim. Son olarak o güzel yüzü ve sesiyle süslediği oyunculuğu için Özge Özberk'e teşekkür edip iyi ki varsın demek de boynumun borcu.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Beyaz Melek

Filmi ne çok iyi ne de çok kötü buldum. Bu kadar iyi oyuncunun bulunduğu bir çalışmayı çok iyi bulmamamın en önemli nedeni ise filmdeki aşırı didaktik hava. Film bize hiç düşünme ya da yorumlama imkanı tanımıyor. Çok fazla konuda mesaj vermeye çalışırken bu mesajları da konunun içinde öğüterek değil de doğrudan senaryoda yer alan diyaloglarla vermeyi amaçlıyor. Bununla da yetinmeyip nerede ne kadar duygulanmamız, nerede ne kadar gözyaşı dökmemiz gerektiğine bile karar veriyor. Bunu söylememin nedeni filmin müziklerinin sitcomlardaki kahkaha efektleri gibi kullanılması. Bir başka deyişle müziklerin izleyiciyi kendisinden beklenen tepkiyi vermeye zorlama amacıyla kullanılması. Bunların yanında görüntü yönetmeninin gerçekten iyi bir iş çıkardığı kanısındayım. Sonuç olarak aşırı didaktik bir anlatım olmasaymmış, Prag Filarmoni Orkestrası'na çaldırılan başarılı müzikler de yerinde ve kararında kullanılsaymış çok daha güzel bir film olurmuş diye düşünüyorum.

10 Kasım 2008 Pazartesi

08/09 Fenerbahçe - Galatasaray

Yine aylardan Kasım. Maçtan önce Benfica galibiyetinin de etkisiyle özgüveni yüksek olan taraf Galatasaray. Özellikle Galatasaray taraftarının "6 Kasım'ın intikamını 9 Kasım'da 9-0'la alacağız" sözleri ve Hıncal Uluç'un "Galatasaray'dan 2 takım çıkar biri gider İnönü'de Beşiktaş'ı diğeri de Kadıköy'de Fener'i yener" deyip Galatasaray'ın farklı kazanacağını öngörmesi bu özgüvenin göstergesiydi. Fenerbahçe taraftarı ise geçmişten gelen güvenle "Mazlum'u getiren bana" ve "Eşeğe köyde binilir, aslana Kadıköy'de" diyordu. Ben de maça birkaç saat kala muhtemel 11'de Maldonado'nun yer almamasının sevincini doyasıya yaşıyordum. Maç saati gelip çattığında ise bulunduğum yerde maç izleme imkanım yoktu. Bir hareketlenmeler olduğunda yanımdaki arkadaşlarla birlikte mekandaki garson çocuğa ne oldu maçta diye sorduk. Lincoln'un golüyle Galatasaray'ın 1-0 öne geçtiğini söyleyen çocuk, yüzündeki gevrek gülümsemeden anladığım kadarıyla Galatasaraylı'ydı. Bu haberi gülümsemeyle karşılamamızdan (Herhalde yılların getirdiği nasıl olsa kazanırız rahatlığından) Galatasaray'lı olduğumuz gibi bir sonuç çıkartmış olacak ki yukarıda bahsettiğim özgüvenin de etkisiyle çok pis fark atacaz Fenere diye de ekledi. Polemiğe girme gereği duymadık. Bir kaç dakka sonra aynı çocuk üzgün bir şekilde geri geldiğinde ahanda gol attık galiba diye düşünüp "Ne oldu gol mü var maçta?" diye sordum. Selçuk attı 1-1 oldu dedi (Selçuk mu? Ulan oğlum bu çocuk kesin bizimle kafa buluyor). Maçın başlamasından birkaç dakika sonra gelen 2 golün de etkisiyle hemen maçı izleyebileceğimiz bir mekan arayışına girdik. Biz boş bir mekan bulana kadar Emre Aşık çoktan golünü atıp gerçek Fenerbahçeli olmuş, skor da 2-1'e taşınmıştı. Neyse sonunda düzgün bir yere kendimizi attık. Böylece Fenerbahçe'nin her zamanki gibi çubuklu formayla, Galatasaray'ın da bu sene kendisine uğurlu gelen ve çokonat satışlarında patlamaya yol açan turuncu formasıyla maça çıktığını görmüş oldum. Kaya kafalardan muzdarip biçimde ilk yarıyı tamamladıktan sonra ikinci yarı daha düzgün bir yere geçtik. Çok geçmeden de Galatasaray Roberto Carlos'un kullandığı serbest vuruşta tek kişilik baraj kurmanın bedelini ödedi ve durum 3-1 oldu. O sıralarda el değmemiş temiz bir lig isteyen takımın futbolcuları ellerini kullanarak gol bulmak için baya uğraştılar ama bu denemelerin hepsi sarı kart görmeleriyle sonuçlandı. Derken bir de baktık ki dakika 90 olmuş 2 hafta önce klas futbolu ve gözyaşlarıyla geri dönen Deivid bu kez de cilayı çekip yengeç dansına başlamış. Maç bittiğinde ise "Kadıköy'de Fener kötüyse kazanır iyiyse fark olur" tezi çürümüş (3 farklı galibiyeti fark olarak kabul edenler için), güne aşırı özgüvenle başlayan Galatasaray taraftarı ise birkez daha post Kadıköy sendromuna yakalanmıştı.

9 Kasım 2008 Pazar

Zıpır Bilmeceler

Çocukluğu 90'ların başına gelenlerin aşina olduğu bilmecelerdir. En sık görülen versiyonları ".... 10'a ne denir?" şeklindedir. Örneklendirmek gerekirse:

SORU: Tuvaletteki 10'a ne denir?
CEVAP: Sif-on
Erken yaşlarda karşılaşılırsa travmayı atlatmak daha kolay olur. Ancak belli bir yaştan sonra bünyede kalıcı hasar bırakabilir. Bu arada örnekte verdiğim soru Yalvaç Ural’ın zıpır bilmeceleri hazırladığı mekan hakkında da ipuçları vermektedir.

8 Kasım 2008 Cumartesi

Pierre Van Hooijdonk

Fenerbahçe’ye geldiği sezonun ikinci maçında Trabzonspor deplasmanında attığı muhteşem frikik golüyle takıma üç puanı kazandırıp maçın ardından da soyunma odasında herkes çılgınlar gibi sevinirken "Arkadaşlar alt tarafı bir maç kazandık, abartmayın" demiş ve bana da ulan bu adam da iş var galiba, zaten oynadığı her takımda bir dolu gol atmış, hadi hayırlısı bakalım dedirtmiştir. Oynadığı süre boyunca da performansıyla yüzümü kara çıkartmamıştır. Ayrıca iyi frikik atmanın yalnızca Allah vergisi bir yetenek olmadığını, çalışarak da kazanılabilecek bir özellik olduğunu bütün dünyaya gösteren kişidir.

Juno

Bu kadar çok beğenilmesine anlam veremediğim film. Ne kadar da meraklıymışız olaylara toz pembe bakmaya. Ben şahsen yaşananların tek yönüyle verilmesini hiçbir zaman sevemedim. Hamilelik sürecini anlatan bir filmde Juno'yu bir kez bile midesi bulanırken, başı dönerken, kusarken ya da herhangi bir ağrısı sızısı varken görmüyoruz. Filmin tek akla yatkın sahnesi okulda Juno'nun karnına dik dik bakan öğrencilerdi herhalde ki o da törpülenmiş bir gerçeklikti. Normalde laf atıp dalga geçen tipler de olmalıydı. Juno'nun babasının 16 yaşındaki kızının hamileliğine olan tepkisizliği de harikaydı hani. Yanlış anlaşılmasın vursun kırsın demiyorum da insan böyle birşey duyduğunda en azından oturduğu koltuktan kalkar.
Filmin imdb puanına ve aldığı tepkilere (10 kişiden 8'inin "Aman da ne kadar sıcak, samimi film" ve "Juno karakterine bayıldım" demesi) bakınca ütopik bir ortam yaratıp bir olayı sadece güzellikleriyle anlatmanın başarılı bir taktik olduğu sonucuna varıyoruz ama ben hiç beğenmedim. Hele bir de sadece güzellikleri yansıtılmaya çalışılan konu ergen hamileliği olunca ve ergen hamilemiz izleyenlerin gözünde yüceltilince (akıllı, soğukkanlı, hazırcevap vs.) iş daha da sinir bozucu bir hale geliyor. Sonuçta ortaya "hamilelik iyidir, zaten çok da kolay bir süreçtir, süreç kolay olduğundan 9 ay karnınızda taşıdığınız öz çocuğunuzu da bir başkasına vermek sizde en ufak bir psikolojik sorun yaratmaz" mesajı çıkıyor.
Özetle bir film, bir belgesel ya da bir kitap bir durumu tek bir açıdan yansıtıyorsa belirli bir amaç için yapılmış demektir. Bu filmin amacının da kürtaj karşıtlığı olduğunu anlamak çok zor değil. Bunun yanında asıl amaçlarından sapıp ergen hamileliğini de özendirmişler ki 2 tane aksiyon filmi izledikten sonra gaza gelip okulunu basan, 6-7 kişiyi de öldüren gençlerin olduğu A.B.D.'de bu filmi izledikten sonra ben de Juno olacağım diyen 15-16 yaşında genç kızlar çıkmaz diye ümit ediyorum.

7 Kasım 2008 Cuma

Control

Joy Division'ın 23 yaşında intihar eden solisti Ian Curtis'in müzikteki başdöndürücü yükselişiyle eşzamanlı olarak hayattaki düşüşünü anlatan 2007 yapımı siyah beyaz film. Sam Riley filmde adeta Ian Curtis olmuş. Ian'ın eşi Deborah Curtis'i canlandıran Samantha Morton'un oyunculuğu da kusursuz. Oyunculuğunun yanında güzelliğiyle de Casablanca'daki Ingrid Bergman'dan sonra siyah beyaz renklerin (Gerçi siyahla beyazın renk olup olmadığı tartışılır da) en çok yakıştığı kadın olmuş. Filme gelince sadece "Love will tear us apart"ın girdiği sahne için bile izlenmeli diye düşünüyorum.

Sydney White

Modern "Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler" lezzetini yakalayabilmiş bir film. Masalda yaşananların günümüze uyarlanışı oldukça başarılı olmuş. Özellikle zehirli elma olayını Apple marka notebook'un hacklenmesine dönüştürme fikrini çok beğendim. Bütün bunlara rağmen film çok fazla klişe içeriyor ve bu nedenle de zaman zaman sıkıyor.

4 Kasım 2008 Salı

Dinara Safina

Henüz herhangi bir Grand Slam şampiyonluğu olmamasına rağmen bana göre 2008 yılına damgasına vuran bayan tenisçi. Bu yıl 4 turnuva kazandı ama olay yaratan performansını Roland Garros'da sergiledi. Önce Sharapova'yı sonra da Dementieva'yı ilk seti verdiği ve ikinci sette de geriye düştüğü maçlarda mağlup etti. Yarı finalde de bir başka vatandaşı Kuznetsova'yı geçip finale çıktı. Özellikle Sharapova ve Dementieva'yla yaptığı maçlar tartışmasız Roland Garros 2008'in en zevkli maçlarıydı (Tıpkı aynı ay içerisinde A Milli takımımızın EURO 2008'de geriden gelerek kazandığı maçlar gibi). Buna rağmen finalde kaybetti. 2 ay sonra da Pekin'de Olimpiyat finaline çıktı ama yine kaybetti. Bu performansı onu gün itibariyle Dünya Sıralaması'nda 2. sıraya kadar çıkardı. Bana göre gücü ve yeteneği onu zirveye de taşıyacaktır. Ama en önemli problemi maç esnasında hırsını ve sinirlerini kontrol altına alamayışı. Bu nedenle de maç içindeki bölümlerde zaman zaman rakibini korttan silip, bazen de kendi eliyle galibiyeti rakibine teslim edebiliyor ki şu anda da izlemekte olduğum Sony Ericsson WTA Masters Cup maçında Venus Williams karşısında büyük avantaja sahipken aynı oyunda 3 çift hata yaparak servisini kırdırdı ve oyunu zora soktu. Hırsını ve sinirlerini kontrol altına almayı öğrenip maç içi istikrarını da daha yukarılara taşıyabilirse uzun yıllar bayan tenisinin bir numarası olabilir. Bence maç içi istikrar ve soğukkanlılık konusunda kendisine örnek alması gereken kişi erkekler tenisinin son 5 yılına damgasını vuran Roger Federer'dir. Tabi Federer kadar soğukkanlı olabilmek çok zor ama Safina maç içerisinde onun yarısı kadar soğukkanlı kalabilirse şu anki performansının çok üzerine çıkar.
Sonuçta geçen yıla kadar herkes ondan Marat Safin'in küçük kız kardeşi diye bahsediyordu, ancak bu yıldan itibaren bu tabir pek kullanılmıyor. Hatta böyle giderse ileride Marat Safin'i hatırlatmak için "hani Dinara Safina'nın bir abisi vardı ya" tabiri de kullanılabilir.

Denizköy

Çandarlı ile Dikili'yi deniz kıyısından bağlayan yol üzerinde bulunan köy. Muhteşem bir koya sahiptir. Her ne kadar bina sayısı kooperatifler yüzünden on yıl öncesine göre iki üç kat artmış da olsa halen harika denizi ve sessiz sakin ortamı ile ideal emekli mekanıdır. Bahçelerinde sebzelerini yetiştiren, tekneyle denize açılıp balık avlayan insanların yeridir. Yazın bile haftasonları dışında plajdaki insanların sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Keşfedilmemesinin hakkında daha hayırlı olacağını umduğum güzelliktir.

3 Kasım 2008 Pazartesi

The Hunting Party

En baştan söylemeliyim ki filmi oldukça başarılı buldum. Uzun süredir bu kadar az aksiyon içerip de bu kadar sürükleyici olan bir macera filmi izlememiştim. "The Hunting Party" savaşa dair söyleyecekleri olan ve bunları çok da güzel söyleyen bir film ama asla bir savaş filmi değil. Örneğin tam bir savaş filmi olan "Schindler's List"i izlerken bütün film boyunca yüzünüzde en ufak bir tebessüm bile olmaz ama "The Hunting Party"de aralarda Chuck Norris'i gördüğümüz öyle sahneler var ki izlerken kahkayı basıyor insan. Bunun yanında Müslüman Saraybosna da filmde oldukça iyi yansıtılmış. Doğu kültürünün birçok öğesi es geçilmemiş. Simon ve Duck'un bildiğimiz kahvehanede, bildiğimiz Türk kahvesi içtiği bir sahnede fonda da bildiğimiz bir melodi duyuyoruz. Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar.. melodisi.
Sonuç olarak film çocuk yaşta televizyonlardan da olsa tanık olduğumuz Bosna Savaşı'na dair sözler söylüyor ve bunu alışılmışın aksine eğlenceli ve özellikle de sonlara doğru sürrealleşen bir macera üzerinden yapıyor. Ben hem ana karakterlerin başından geçen macerayı hem de savaş ve sonrası hakkında ortaya koyulan görüşleri çok beğendim. Birbirine benzeyen filmlerden sıkılanlara tavsiye ederim.

2 Kasım 2008 Pazar

The Hitcher

Böyle filmleri izledikçe Seven ya da Saw gibi seri katil filmlerinin değeri gözümde daha da büyüyor. Hiçbir amacı olmayan bir katil var filmde. Adamın geçmişini, amacını, neden önüne geleni öldürecek kadar manyaklaştığını bilmiyoruz. Tek bildiğimiz adamın neredeyse New Mexico'da sağ polis bırakmayacak kadar polis öldürmesine rağmen başroldeki narin üniversiteli kızımız (Sophia Bush) tarafından öldürülmesi. Ama Allah için eğitici bir tarafı da vardı filmin hani. Mesela ben bu filmden ellerin biraz kanayacak kadar sıyrılmasıyla kelepçeden kurtulunabildiğini ve benzin sızdırırken ateşe verilip alevler içinde kalan bir arabadan en ufak bir hasara uğramadan çıkılabileceğini öğrendim. Ha bir de helikopterlerde bulunan polislerin GTA oyunlarındaki gibi suçlunun ağzına zıçmaktansa, yerde bulunan polislerin öldürülmesini ve sıranın kendilerine gelmesini beklediklerini öğrendim.

1 Kasım 2008 Cumartesi

30 Days of Night

Filmler kurgudur, mantıksızlıklar olur, çok da takılmamak lazım. Ama bir filmin ana konusu bir mantıksızlık üzerine kurulu olunca da görmezlikten gelinemiyor. Filmin başında olayların geçtiği kasabada 30 gün boyunca gece olduğuna ve bu süre zarfında bölgeye gidiş geliş olmadığına dair bir yazı görüyoruz. Eyvallah kabul de vampirler daha ilk günden telefon hatlarını kesiyor. Kocasını, kardeşini, anasını, babasını kasabada bırakıp ayrılan insanlar var. Bu insanlar yakınlarından 30 gün boyunca haber alamamayı normal mi karşılıyorlar. 30 günlük karanlık başlamadan hemen önce kasabadan kalkan uçak karanlıkta uçamıyor mu ki böylesine acil bir durumda insanlar 30 gün boyunca kaderleriyle baş başa kalıyorlar. Tabi bir de şöyle birşey var ki akıllara zarar. Vampirler tarafından ısırılan kişiler normal insanlara saldırırken, ısırılmış birinin kanını kendinize damardan enjekte ederseniz iyi huylu vampir olup insanlara değil sadece diğer vampirlere saldırıyorsunuz. Kısacası çizgi romanda da böyle mi bilemiyorum ama filmde ciddi mantık ve tutarlılık hataları mevcut. Bununla birlikte başarısız oyunculuk performansı da cabası. Filmin tek olumlu tarafı ise görsel açıdan tatmin edici olması. Özellikle vampirlerin kasabaya topluca saldırdıkları ilk gün yaşananları "shotgun" sesleri eşliğinde kuşbakışı olarak izlediğimiz bir sahne var ki gerçekten görülmeye değer.

30 Ekim 2008 Perşembe

Dead Silence

Hollywood klişeleri arasında gidip gelmekten finaliyle kurtulmuş film. Tabi işin arkasında "Saw"un yapımcıları olunca buna pek de şaşırmıyor insan. Bence "Saw" serisinin bokunu çıkartmaktansa bu tarz farklı işler yapmaları daha iyi ama tabi gişe sonuçları benimle aynı fikirde olmadığından "Saw" serisi daha baya devam eder gibi geliyor bana.
Sonuç olarak film, korku türünü sevenlere tavsiye olunur.

Ata Demirer

Zamanında Korsan TV'yi düzenli olarak takip etmiş olan, morali bozulduğunda bir doz "Tek kişilik dev kadro" alan, Avrupa Yakası'nı 2 yıl aradan sonra yeniden düzenli olarak takip etmeye başlayan biri olarak artık Ata Demirer'in "Makara" falan değil ciddi ciddi bir albüm çıkarması gerektiğini düşünüyorum. Son haftalarda Avrupa Yakası'nda biri arabesk rock karışımı olmak üzere 2 tane "Kaçak" performansı var ki insana Sezen Aksu keşke bu parçayı kimselere vermeyip Ata Demirer'e saklasaymış dedirtiyor. Bin tane işi aynı anda yapmaya kalkan ve bir tanesini bile iyi yapamayan insanların olduğu bir ülkede hem çok iyi bir komedyen hem de çok iyi bir ses olarak insanları yeteneklerinden mahrum bırakmaması gerek diye düşünüyorum.
Ayrıca kendisinin zamanında Alem FM'de yaptığı radyo programlarını dinlemediyseniz, kayıtlarına bir şekilde ulaşmanızı şiddetle tavsiye ederim.

24 Ekim 2008 Cuma

The Insider

Filmin gerçek hikayeden uyarlanmış birçok film gibi uzun ve düşük tempolu olduğunu söylemek mümkün. Ancak Al Pacino ve Russel Crowe öyle bir döktürmüşler ki, iyi ki filmin süresi uzun tutulmuş diye düşünüyor insan. Özellikle Russel Crowe çok zor bir rolün üstesinden çok ustaca gelmiş.
Filmde modern insanın kapitalist düzende sistemin dişlilerinden biri haline gelmesi, ideallerini, özgürlüğünü ve ahlaki değerlerini ise sistemin çarklarının ona izin verdiği ölçüde koruyabilmesi kusursuzca anlatılmış. Özellikle basın özgürlüğü açısından düşündüğümüzde filmin çekilmesinden bu yana geçen 9 yıllık sürede dünyada bu konuda pek bi değişiklik olduğunu söyleyemeyiz. Şartlar hala aynı, gazeteciler ve televizyoncular medya patronlarının kendilerine çizdiği sınırların dışına çıkamıyorlar ve "özgür basın" sözü içi doldurulamayan bir klişe haline geliyor.
Son olarak sigara içenlere Russel Crowe'un filmde başarıyla canlandırdığı Dr. Wigand'ın itiraflarını tekrar tekrar dinlemelerini öneriyorum.

23 Ekim 2008 Perşembe

Cloverfield

Öncelikle felaket filmini amatör el kamerasıyla çekip olayı yaşayanların gözünden yansıtma fikrini çok beğendiğimi söylemem lazım. Filmdeki gibi bir olay yaşandığında ortaya çıkacak kaosu en güzel yansıtacak yöntem bence de budur. Ama filmle ilgili çok sayıda olumsuz nokta var. Bunlardan en önemlisi oyunculuk. Hakikaten çok başarısız bir oyunculuk izliyoruz filmde. Oysa ki el kamerasıyla verilen kaos ortamı bir de iyi oyunculukla desteklenseydi işte o zaman tadından yenmezdi filmin. Özellikle başroldeki erkek oyuncu kaliteyi düşürmüş. En odun adamın bile binbir çeşit tepki vereceği kadar travmatik bir durumda tepkisiz, mimiksiz bir başrol oyuncumuz var. Bunu görünce izleyici olarak acaba şokta mı bu karakter diyorsunuz ama çok geçmeden şok geçirir gibi bir halinin de olmadığını anlıyorsunuz. Sanki canavarımız her ayın belli günlerinde şehre saldırıyormuş gibi bir tavır sergiliyor başroldeki erkek oyuncu.
Filmle ilgili bir başka olumsuz taraf da filmin süresi. 80 dakikadan kısa süren filmde ilk 20 dakikanın tek bir amacı var, o da bize bunun bir felaket filmi olduğunu unutturup ilk saldırı anında karakterlerle birlikte şok olmamızı sağlamak. Bu taktik kısmen başarılı olmuş aslında ama ilk 20 dakikanın filmin geneliyle pek de fazla alakası olmadığı düşünüldüğünde 1 saatten bile kısa bir film izlemiş gibi hissediyor insan kendini.
Filmde bulunan çok sayıda mantıksız duruma felaket filmi olması, havada kalan çok sayıda soruya da işin arkasında J.J. Abrahams'ın bulunması nedeniyle çok fazla takılmadım ama felaketin yaşandığı şehre kafayı taktım. Hazır el kamerası gibi orjinal bir fikir varken keşke New York yerine felaketlerden nasibini almamış, daha orjinal bir yer seçilseydi. Ama klişelerden vazgeçemeyen Hollywood sineması felaket filmlerinin vazgeçilmez oyuncusu olan Özgürlük Heykeli'ne yine başrolü vermiş. Bununla da yetinmeyip, filmin afişini de kesik başlı Özgürlük Heykeli ile süslemiş. Hayır New York'a da yazık. Sırf Özgürlük Heykeli her felaket filminde ayrı bir atraksiyona girecek diye güzelim şehrin başına gelmeyen kalmadı.
Bunlar da filmle ilgili imdb kaynaklı bazı hoş bilgiler :
  • Açılış sekansında ekranın sağ alt köşesinde Lost'tan tanıdığımız Dharma Initiative'in logosu net bir biçimde görülebiliyor.
  • Baştaki sahneler en son sondaki sahneler ise en önce çekilmiş.
  • Filmin büyük bölümünde kamerasıyla çektiklerini izlediğimiz Hud karakterinin adı Heads-Up Display'in kısaltmasından gelmekteymiş.
  • Özgürlük Heykeli'nin kopan başının yolun ortasına düşmesi, 1981 yapımı "Escape From New York" filminden esinlenmeymiş (Ben demedim mi Özgürlük Heykeli her filmde ayrı atraksiyona giriyor diye. Düşünün artık aynı atraksiyonlara ikinci kez girmeye başlamış).
  • Bu arada insanların Özgürlük Heykeli'nin başını gerçek boyutundan daha büyük olarak hayal etmelerinden dolayı kopan baş orjinaliden %50 daha büyük boyutlarda gösterilmiş.
  • Ayrıca filmin son sahnesinde (Ancak kronolojik olarak canavarın düşmesinden 1 ay kadar öncesine ait olan) arka planda oldukça uzak bir noktada okyanusa bir şeyin düştüğü ve su sıçramasına neden olduğu görülüyor. Bunun filmdeki canavarı taşıyan yumurta gibi bir şey olabileceği şeklinde görüşler var.

21 Ekim 2008 Salı

Just Like Heaven


Romantik komedilerden pek fazla hoşlanmayan biri olmama rağmen başarılı bulduğum film. Sanırım bunun en önemli nedeni filmde romantizmin de komedinin de yalın ve abartısız olması. Ayrıca film tam bir San Francisco filmi olmuş, sokaklar bana Play Station'da Driver oynadığım günleri hatırlattı.
Aslında bir filmin bir şehirle özdeşleşmesini en güzel anlatan örneklerden biri bence Eşkıya'dır. Teknolojinin nimetlerinden yararlanan Organize İşler İstanbul manzaraları içeren bir film olmaktan öteye gidemezken Eşkiya tam bir İstanbul filmi olmayı başarmıştır. Kısacası bir filmin bir şehirle özdeşleşmesi için o şehri değil de o şehrin dokusunu yansıtması gerekir diye düşünüyorum. Just Like Heaven'ı beğenmemdeki bir başka etken de bunu başarabilmiş olması.

The Bucket List

Morgan Freeman'ın varlığının bir filmi izlenir kılmak için yeterli bir sebep olduğunu bana bir kez daha gösterdi bu film. Her ne kadar bazı klişeler içeriyor olsa da izleyiciyi ölüm ve daha da önemlisi yaşam hakkında düşünmeye itmesi ve bunu iki usta oyuncunun büyüleyici performansıyla süslemesi filmi beğenmemdeki en önemli etkenler oldu. Bunun yanında filmle ilgili en güzel ayrıntı ise listedeki "kiss the most beautiful girl in the world" maddesinin gerçekleştirildiği andı. Çok az filme nasip olacak biçimde en mutlu ve en hüzünlü sahneyi aynı anda izlemiş olduk.
Bunlar da filmle ilgili imdb kaynaklı bazı hoş bilgiler :
  • Hem yönetmen hem de Morgan Freeman birbirlerinden bağımsız olarak Edward Cole rolü için Jack Nicholson'u düşünmüşler.
  • Senaryo sadece 2 hafta da tamamlanmış.
  • Filmde Morgan Freeman'ın oğlunu gerçek oğlu Alfonso Freeman canlandırmış.
  • Filmde Kopi Luwak kahvesiyle ilgili anlatılanlar gerçekmiş.

26 Eylül 2008 Cuma

Fish Card Reklamı

Son zamanlarda izlediğim en güzel reklam. Arka arkaya gelen çok kısa ama çok fazla şey anlatan görüntüler ve o görüntüleri tamamlayan harika bir müzik (Somewhere over the Rainbow) seçilmiş. İnsanın içini ısıtan bir hava var reklamda. Reklamı daha ilk izleyişimde çok beğendim ama görüntüler bitip de bunun bir kredi kartı reklamı olduğunu anlatan bölüm geldiğinde biraz hayal kırıklığına uğradım. Reklamın ve görüntülerin verdiği mesaj tüketmek değil de hayatın keyfini çıkarmak ve hayallerden vazgeçmemek üzerineydi. Bunların anahtarının kredi kartı olmadığı açık. Reklamla ilgili hayal kırıklığını yaratan asıl konu da bu zaten. Kullanılan görüntülerdeki hayallere (ki bu görüntüler içerisinde üzerinde "make love not money" yazan bir pankart taşıyan hippi bile varken) giden yolun kredi kartından geçtiği mesajının verilmeye çalışılması. İşte burada bariz bir samimiyetsizlik var. Madem konseptle çok bağdaşmayan görüntüler seçilmiş en azından mastercardvari bir yaklaşım izlenebilirdi. "Paranın satın alamayacağı şeyler var, geri kalan herşey için mastercard" sloganı çok daha samimi ve gerçekçi. Ama tüketim çağında ve tüketime aşırı meraklı bir ülkede yaşadığımızdan bunu da normal karşılamak lazım. Bütün bunların yanında Hakan Gerçek'i reklamdaki başarılı seslendirme performansından dolayı kutlamak gerekir diye düşünüyorum.

18 Eylül 2008 Perşembe

1998 Dünya Kupası

1994’de ilk kez bir dünya kupasını takip ettiğimde büyük keyif almıştım ve turnuva sona erdiğinde 4 yıl sonraki dünya kupasını iple çekmeye başlamıştım bile. Aradan 4 yıl geçti ve 1998 yazında dünyanın en iyi takımları Fransa’da toplandı. Bu kez hem turnuva Avrupa’da olduğu için maç saatleri daha uygundu hem de katılan takım sayısı 24’den 32’ye çıkartıldığı için daha fazla maç izleyecektik.


Bir başka heyecanı da altın gol uygulaması getirmişti. Dünya kupası finallerinde altın gol kuralı ilk kez uygulanacaktı ve artık takımlar uzatma dakikalarında çok daha dikkatli olmak zorundaydılar.

Grup kuraları Marsilya’nın Veledrome stadyumunda çekilmişti. İlk kez bir stadyumda yapılan kura çekimi sonucunda herkes F grubunda yer alan A.B.D. ve İran arasında oynanacak olan maçı konuşmaya başlamıştı. 2 ülke arasındaki siyasi gerginlik futbola yansımamış, dostça geçen mücadeleyi 2-1 galip bitiren İranlı futbolcular galibiyeti şampiyon olmuşçasına çılgınca kutlamışlardı.

Kura çekimindeki bir başka ilginç durum da dünya kupası finallerinde ilk defa yer alacak olan dört takımdan üçünün (Hırvatistan, Japonya ve Jamaika) aynı gruba düşmesiydi. Finallere ilk kez katılan diğer ülke ise Güney Afrika Cumhuriyeti’ydi. Bu dört yeni takımdan üçü gruplarından çıkamazken Hırvatistan yarı finalde kupanın şampiyonu Fransa’ya elenmesine rağmen dünya üçüncüsü olmayı başarmıştı. Hırvat golcü Davor Suker de 6 golle turnuvanın gol kralı olarak bu başarıyı taçlandırıyordu. Ayrıca Hırvatistan milli takımı kadrosunda yer alan Prosinecki, Jamaika’ya attığı muhteşem golle dünya kupalarında iki farklı takımda gol atma başarısını gösteren ilk oyuncu olarak adını dünya kupaları tarihine yazdırıyordu. Prosinecki 1990 dünya kupasında da Yugoslavya formasıyla gol atmayı başarmıştı.

Turnuvanın en genç oyuncusu dört yıl önce olduğu gibi yine bir Kamerunluydu. Turnuva başladığında 17 yaşında olan (17 yaş 99 gün) Samuel Eto’o ilerleyen yıllarda Avrupa futboluna damgasını vuracaktı. 4 yıl önce en genç kırmızı kart gören oyuncu olan Rigobert Song ise Fransa’da da kırmızı kart görerek Dünya kupaları tarihinde 2 kırmızı kart gören ilk oyuncu oluyordu.

Turnuvadaki bir başka yenilik de hakemlerin ilk yarının ve maçın sonuna kaç dakika duraklama ekleyeceklerini duraklama başlamadan önce gösterecek olmalarıydı. Belki de bu değişikliğin getirdiği motivasyonla Avusturya B Grubunda oynadığı üç maçta da ikinci yarıların duraklama dakikalarında gol atmayı başarmış, ancak bu son dakika golleri gruptan çıkmaları için yeterli olmamıştı. Bu grupta oynanan İtalya – Şili maçında ise İtalya’nın kazandığı penaltıyı kullanmak üzere Roberto Baggio topun başına geçtiğinde tüm dünya 4 yıl önce oynanan final maçında üstten dışarı gönderdiği son penaltıyı hatırlıyordu. Roberto Baggio, Şili’li oyuncuların da ona 4 yıl öncesini hatırlatan sözlü tacizlerine rağmen penaltıyı gole çevirmeyi başarmıştı. Şili, Zamorano ve Salas gibi yıldızlarıyla izleyenlerin beğenisini kazanmasına rağmen ikinci turdan öteye gidemeyecekti. İtalya’nın kaderini ise yine penaltılar belirleyecekti. 4 yıl önce finalde Roberto Baggio’nun üstten dışarı giden penaltı vuruşuyla kupayı Brezilya’ya kaptıran İtalyanlar bu kez de çeyrek finalde Di Biago’nun üst direkte patlayan penaltısıyla Fransa’ya elendiler ve üst üste 3. kez dünya kupası finallerine penaltı atışları sonunda veda etmiş oldular.
Lothar Matthaus’un 25. dünya kupası maçına çıkarak rekor kırdığı turnuvada Almanlar yine hayal kırıklığı yaşadı. 4 yıl önce çeyrek finalde Bulgaristan’a yenilen Almanlar bu kez yine çeyrek finalde bir başka Balkan ekibi olan Hırvatlar’a 3-0’lık skorla boyun eğdiler.

Arjantin H grubundaki maçlarını kayıpsız geçerek kupaya ilk kez katılan üç ekibe hoş geldin diyordu. Jamaika’yı 5-0 mağlup ettikleri maçta 3 gol atan Batistuta 2 ayrı dünya kupasında hat-trick yapan ilk oyuncu olarak tarihe geçmeyi başarmıştı. Batistuta 1994 dünya kupasında da Yunanistan’a karşı hat-trick yapmıştı. İkinci turda ise Arjantin’in karşısında İngiltere vardı. İngilizler 1986’daki efsane maçın (tanrının eli ve yüzyılın golü) rövanşını almak istiyordu ve iki takımın mücadelesi yine tarihi bir maça dönüştü. 18 yaşındaki Michael Owen’ın dünya kupaları tarihinin ikinci en güzel golü (birinci 86’da Maradona’nın İngiltere’ye attığı gol) olarak kabul edilen harika bir gol attığı maçın normal süresi 2-2 bitmiş, penaltı atışları sonunda gülen taraf Arjantin olmuştu. Rövanşı alamayan İngilizler’de taraftarlar yerde yatarken Simeone’ye tekme attığı için oyundan atılan David Beckham’ı mağlubiyetin sorumlusu olarak görmüşlerdi ve onu ancak yıllar sonra Yunanistan’a son dakikada attığı kritik bir frikik golünden sonra affedebilmişlerdi.

1992’nin Avrupa Şampiyonu Danimarka büyük arenaya geri dönmüştü. C Grubundan ev sahibi Fransa ile birlikte çıkan Danimarkalılar 2. turda Nijerya’yı 4-1’le geçmişti. Bu maçtaki 3. golün sahibi Ebbe Sand oyuna girdikten yalnızca 16 saniye sonra gol atarak yeni bir rekorun sahibi olmuştu. Danimarka çeyrek finalde Brezilya’ya karşı turnuvanın en keyifli maçlarından birini oynamıştı. Rivaldo’nun ceza sahası dışından attığı muhteşem golle Brezilya’ya 3-2 yenilen Danimarkalılar oynadıkları futbolla taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanmıştı. 1994’ün yıldızı Romario, sakat olduğu için Fransa’ya gelememişti ama Brezilyalılar yeni yıldızları Rivaldo ve Ronaldo’yla finale gelmeyi başarmışlardı.
Evsahibi Fransa da grup maçlarında üçte üç yaparak turnuvaya iyi başlamıştı. Güney Afrika Cumhuriyeti’ni 3-0 yendikleri maçta Issa kendi kalesine 2 gol atarak bir ilke imza atmıştı. 2. turda Fransa Paraguay’ı kaptan Laurent Blanc’ın altın golüyle geçmişti. Blanc’ın attığı gol dünya kupaları tarihinin ilk altın golü olmuştu. Çeyrek finalde İtalya’yı penaltılarla geçen Fransızlar yarı finalde Hırvatistan karşısında Suker’den yedikleri golle 1-0 geriye düşmüşlerdi. Milli takım formasıyla o ana kadar bir golü bile olmayan sağbek Lilian Thuram arka arkaya 2 gol atarak Fransızlar’ı finale taşıdı. Dünya kupaları tarihinde ilk kez finalde ev sahibi takımla son şampiyon karşı karşıya gelecekti. 32 takımın yer aldığı turnuvaya eleme maçı oynamadan katılan 2 takım finaldeydi. Eleme maçları oynayarak Fransa’ya gelen diğer 30 takım ise evlerine dönmek zorunda kalmıştı. FIFA, yüzlerce dünya kupası eleme maçını boşuna oynatmıştı sanki. Son şampiyon Brezilya’nın favori olarak çıktığı maçta ev sahibi Fransa, üstün oyununu yıldız oyuncuları Zidane’ın 2 kafa golü ve Petit’in son dakikalarda gelen golüyle taçlandırdı. Bir Dünya kupası finali yöneten ilk Afrikalı olan Faslı hakem Said Belqola’nın son düdüğüyle Fransa ilk Dünya şampiyonluğunu ilan etmişti. Final maçı sona erdiğinde Brezilya adına büyük para yatırarak bahis oynayan bir milyoner de en az Brezilyalı futbolcular kadar hayal kırıklığı yaşamıştı.


Dünya Kupası Yazı Dizisi

7 Eylül 2008 Pazar

Lostpedia

Wikipedia'nın lost dizisi için türetilmiş bir versiyonu. Sitede cevaplanmamış sorular bölümünde solda karakterin ismi ve fotoğrafı sağda ise o karakterle ilgili cevaplanmamış sorular bulunur. Tüm karakterlerle ilgili soruları sırayla okurken, Radzinsky’e sıra gelir ve sola baktığınızda Radzinsky’nin Swan’da intihar ettiğinde tavanda bıraktığı kan izini karakterin fotoğrafı olarak görürsünüz. Şoku ve kahkaha krizini atlattıktan sonra da adamların orayı boş bırakmak yerine Radzinsky ile ilgili eldeki tek veriyi kullanmalarını takdir edersiniz. Ayrıca bahsi geçen cevaplanmamış sorular bölümünün tamamını okuduktan sonra bazı soruların dizi bittiğinde de cevaplanmamış sorular olarak kalacağı hissine kapılır ve bu düğümlerin çözülmemesi durumunda senaristleri nasıl kınayacağınızı ve onlara hangi lafları hazırlayacağınızı düşünürsünüz.

Quadruple Double

Bir basketbol maçında basketbolun beş olumlu istatistik kategorisinden dördünde çift haneli sayılara ulaşmak diye tanımlayabileceğimiz insanüstü performans. Her ne kadar insanüstü performans demiş olsam da NBA tarihinde bunu başarmış 4 oyuncu var. Bunlar Nate Thurmond (1974 - 22s 14r 13a 12b), Alvin Robertson (1986 - 20s 11r 10a 10tç), Hakem Olajuwan (1990 – 18s 16r 10a 11b) ve David Robinson (1996 – 34s 10r 10a 10b). Şu anda aktif olarak NBA’de oynamaya devam eden oyunculardan kariyerlerinin en yüksek rakamları bir araya geldiğinde bir quadruple double oluşturan dört oyuncu var. Bunlardan ikisi 35 yaşındaki Michael Finley (42s 15r 13a 10tç) ve 36 yaşındaki Shaquille O’Neal (61s 28r 10a 15b). Diğer iki isim ise Andrei Kirilenko (31s 18r 11a 10b) ve Josh Smith (38s 18r 10a 10b). Bu nedenle de 21. yüzyılın ilk quadruple double’ını görme konusundaki en büyük umudumuzun Kirilenko’nun ya da Josh Smith’in üst düzey bir performansına bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Aktif oyuncular içinde en çok triple double yapan isim olan ve kariyerinde hiçbir maçta 6 toptan fazla çalamayan 35 yaşındaki Jason Kidd ise 10 top çalmaya pek yakın görünmediğinden quadruple double yapması biraz zor gibi. Benim bu konuda Kirilenko ve Smith ile birlikte en büyük umudum Lebron James. Her maçta triple double yapma potansiyeli olan James, bunun yanına 10 top çalma gibi üstün bir performans ekleyebileceği olağanüstü bir gece yaşarsa bize de 21. yüzyılın ilk quadruple double’ını izlettirebilir. Bu isimler kadar olmasa da quadruple double yapma şansı olduğunu düşündüğüm diğer 10 isim ise Tim Duncan, Kevin Garnett, Dirk Nowitzki, Amare Stoudamire, Shawn Marion, Manu Ginobili, Pau Gasol, Chris Paul, Allen Iverson ve Marcus Camby. Ha bir de bir maçta 5 olumlu istatistik kategorisinde birden çift haneye ulaşmak anlamına gelen quintuple double var tabi. Ama ondan bahsetmeye bile gerek yok sanırım. Zira NBA tarihinde hiçbir oyuncunun kariyerinin en yüksek rakamları bile bir quintuple double oluşturmazken bir oyuncunun 5 olumlu kategoride birden çift haneye, hem de aynı maç içerisinde, ulaşmasını beklemek fazla hayalcilik olur.

Kentim

Bahar aylarından birinde bir akşamüstü Güzelyalı sahilinde yürüyüş yapmak için evden çıkarsınız. Kulağınızda sevdiğiniz müzikler... Deniz kenarına indiğinizde içinizi tarif edilemeyen bir huzur kaplar, yüzünüzde sebepsiz bir tebessüm oluşur, etrafınıza bakıp da aynı tebessümü çevredeki insanların da yüzünde gördüğünüzde sebepsiz olmadığını anlarsınız bu tebessümün. Sonra aklınızdan “tamam İzmir’in kızları güzel de bir tane mi istisnası yok bunun” diye geçirirsiniz ki gerçekten de yoktur istisnası. Artık eskisinden daha temiz olan denizin kokusunu içinize çektiğinizde doğduğunuzdan beri yaşadığınız kente bir kez daha aşık olursunuz. Aslında bu duygu tanıdıktır. Daha önce Konak'tan Karşıyaka’ya vapurla geçerken, Teleferik’ten şehre bakarken ya da Kordon’da biranızı yudumlayıp gün batımını seyrederken de aynı duyguyu yaşamışsınızdır. İzmir insana böyle duygular yaşatan ve şartlar izin vermese bile mutlaka burada yaşamalı, burada yaşlanmalıyım dedirten bir şehirdir.

1994 Dünya Kupası

Benim için ve benim gibi 80’lerin ilk yarısında doğan birçok kişi için özel bir yeri olan kupadır. Benim için bu kupayı özel kılan şey belki de aklımın erip de izlediğim ilk dünya kupası olmasıydı, ama biraz düşününce bu kupayı renkli kılanın yalnızca bu olmadığını fark ediyorum. A.B.D.’de olduğu için midir bilmem ama sanki hollywood filmi tadındaydı bu turnuva.

Filmin en acıklı sahnesi Kolombiya’lı Andres Escobar'ın 22 haziran’daki A.B.D. maçında kendi kalesine gol attığı için, maçtan 10 gün sonra ülkesinde bir restoran çıkışında 12 yerinden vurularak öldürülmesiydi. Kolombiya elemelerde arjantin’i 5-0 mağlup etmiş ve Pele tarafından kupanın favorisi olarak gösterilmişti. Ama turnuva bittiğinde Kolombiya ile ilgili akıllarda kalanlar sadece Valderrema’nın kabarık saçları ve Escobar’a yapılanlar olmuştu.


Kupa hollywood filmi gibiydi gerçekten seyirci sayısı da bunu doğrular nitelikteydi. 52 maçı toplam 3.567.415 biletli seyirci izlemişti ve maç başına 68604 seyirci ortalamasıyla kırılan rekor 1994’ten sonra gerçekleşen üç dünya kupasında da kırılamadı. Ne gariptir ki futbolun; basketbol, amerikan futbolu ve beyzbol gibi sporların gölgesinde kaldığı bir ülkede amerikan futbolu sahalarından bozma stadyumlarda oynanan bu dünya şampiyonası halen dünya kupaları tarihinin en yüksek seyirci ortalamasına sahip olan turnuvasıdır.

24 takımın katıldığı son dünya kupasında, dünya kupaları tarihi açısından birçok ilke şahit olmuştuk. Turnuva ilk kez Avrupa ve Güney Amerika dışında bir yerde gerçekleşiyordu. Sahada ilk kez sırtlarında numaralarıyla birlikte isimleri de yazılı olan futbolcular ve yalnızca siyah forma giymek zorunda olmayan rengarenk formalı hakemler izliyorduk. İtalya 90’daki keyifsiz futbol FIFA’yı çözüm arayışına itmiş, takımları atak futbola teşvik etmek için önerilen galibiyete 3 puan sistemi de ilk kez bu kupada uygulanmaya başlamıştı. Çözümün işe yaradığını söyleyebilirdik çünkü gol ortalaması gözle görülür biçimde artmıştı. Kupa baştan sona ilklerin kupasıydı gerçekten. İtalya milli takımının kalecisi Pagliuca gruptaki Norveç maçında kırmızı kart görerek dünya kupaları tarihinde oyundan atılan ilk kaleci, Fas milli takımı, kaleci değiştirmeye de izin veren yeni kurallar sayesinde bir maçta üç oyuncu değiştiren ilk takım, A grubunda oynanan A.B.D. - İsviçre maçı ise tamamen kapalı bir stadyumda oynanan ilk dünya kupası maçı olmuştu. B grubu maçında Rusya, Kamerun’u 6-1 yenerken Rus futbolcu Oleg Salenko dünya kupaları tarihinde bir maçta 5 gol atan ilk futbolcu olarak bir rekora imza atıyordu. Salenko daha sonra ülkemizde İstanbulspor forması da giyecekti.

Son avrupa şampiyonu Danimarka, 4 yıl sonra dünya şampiyonu olacak olan Fransa ve futbolun beşiği olarak kabul edilen İngiltere ise elemeleri geçemedikleri için turnuvayı televizyondan izlemek zorunda kalan takımlardı. Özellikle Fransa çok dramatik bir şekilde elenmişti. Fransızlar eleme grubundaki son maçta Bulgaristan deplasmanında, daha sonra Fenerbahçe forması da giyecek olan Kostadinov’dan yedikleri son dakika golüyle turnuvaya katılma biletini Bulgarlar’a kaptırmıştı. Bulgarlar da yıldızları Stoitchkov’un büyüleyici futboluyla dünya 4.sü olarak bu bileti boş yere kazanmadıklarını tüm dünya’ya göstermiş oldular. 3.lük maçında bulgarlar’a 4 gol atan İsveç, “bebek yüzlü” golcü Brolin, Afrika asıllı Martin Dahlin ve daha sonra Fenerbahçe forması giyecek olan Kenneth Andersson’dan oluşan üçlüsüyle kupanın en golcü takımı olmuştu.

Dünya kupaları sahnesine ilk kez çıkan üç takım vardı. Bunlar Nijerya, Yunanistan ve Suudi Arabistan’dı. Nijeryalı futbolcular oynadıkları futbol ve attıkları gollerden sonra yaptıkları ilginç danslarla taraflı tarafsız herkesin sempatisini kazanmışlar ama 2. turda normal sürenin son dakikalarında yedikleri beraberlik golü ve uzatmalarda yedikleri penaltı golüyle turnuvanın finalisti İtalya’ya elenerek kupaya şanssız bir şekilde veda etmişlerdi. Yunanistan turnuvayı gol atamadan ve puan toplayamadan tamamlayan tek takım olmuş, Suudi Arabistan ise Kuzey Kore’den sonra dünya kupaları tarihinde 2. tura yükselmeyi başaran ikinci Asya takımı olmuştu. Suudi arabistan’lı Saeed Owairan’ın gruptaki Belçika maçında 5 kişiyi geçerek attığı gol kupanın en keyifli anlarından biriydi. Bu gol birçok futbol otoritesi tarafından Maradona’nın 1986’da İngiltere’ye attığı gole benzetilmişti. 1986 dünya kupasının kahramanı Maradona bu turnuvaya 4-0 kazandıkları Yunanistan maçında muhteşem bir gol atarak başlamış, ancak daha sonra doping kullandığı için turnuvadan ihraç edilerek sevenlerine hüzünlü bir vedada bulunmuştu. Maradona’dan yoksun kalan Arjantin ise 2. turda Romanya’ya 3-2 yenilerek kupaya erken veda etti. Romanya daha sonra Galatasaray’da oynayacak olan Hagi’nin mükemmel golleriyle izleyen herkesin beğenisini kazanmıştı.

Almanlar, A.B.D.’ye son dünya şampiyonu ve son 3 dünya kupasında da final oynayan tek takım olarak gelmişti. Turnuvaya açılış maçında Bolivya’yı 1-0 yenerek başladılar ancak çeyrek finalde Bulgar Letchkov’dan yedikleri kafa golüyle yıkıldılar. 12 yıl sonra Brezilya da son 3 kupada final oynayan takım olarak geldiği Almanya’da çeyrek finalde Fransa karşısında Henry’den yediği golle aynı hayal kırıklığını yaşayacaktı. Dünya kupaları tarihinde hiçbir takım üst üste 4 kez finale gidemedi.

1990 dünya kupasındaki performansıyla Afrika Aslanları lakabını alan Kamerun ise izleyicilere Rusya’ya attığı golle dünya kupaları tarihinin en yaşlı golcüsü olan 42 yaşındaki (42 yıl 39 gün) Roger Milla ile Brezilya karşısında gördüğü kırmızı kartla kupa tarihinin en genç kırmızı kart gören oyuncusu 17 yaşındaki (17 yaş 358 gün) Rigobert Song arasındaki yaş farkından başka bir ilginçlik sunamadan ilk turda elendi.

Kupaya renk katan yalnızca hakemlerin formaları değildi. Meksika kalecisi Campos da maçlara kendi tasarladığı rengarenk formalarla çıkıyordu. İsveç’in kalecisi Ravelli yaptığı ilginç hareketlerle ilgi odağı olmuş hatta doğru mudur bilmem ama deli raporu olduğu bile rivayet edilmişti. Belçikalı Preud-Homme ise Owarian’dan dünya kupaları tarihinin en güzel gollerinden birini yemesine rağmen turnuvanın en iyi kalecisi seçilmişti.

İlklerin kupasında final maçı da penaltılara kalarak bir ilke sahne olmuştu. Kupanın sahibi ilk kez penaltılarla belirlenirken İtalyanlar’ın o ana kadar kupadaki kahramanı olan Roberto Baggio futbolla ilgilenen herkesin bugün bile rahatlıkla hatırlayabildiği o son penaltı vuruşunu kalenin üzerinden dışarı göndererek Brezilya’nın dünya şampiyonluğunu ilan etmiş oldu.

Brezilyalı’lar kupayı, turnuva başlamadan 1 ay önce Imola pistinde geçirdiği kaza sonucu hayatını kaybeden Brezilyalı efsane Formula 1 pilotu Ayrton Senna'ya itaf ettiler. Şampiyon Brezilya kupa boyunca bize hep güzel şeyler sunmuştu (2. turda Leonardo’nun A.B.D.’li ramos’a dirsek atıp sol kulağının yakınındaki bir kemiği kırarak oyundan atılması dışında). Romario’nun turnuva boyunca oynadığı futbol, Bebeto’nun çeyrek finaldeki hollanda maçında attığı golden sonra yanına romario ve mazinho’yu da alarak yeni doğan çocuğu mateus’a itafen kollarını beşik gibi sallayarak gerçekleştirdiği gol sevinci ve aynı maçta Branco’nun 40 metreden attığı frikik golü hala hafızalarımızdaki yerlerini koruyor. brezilya kadrosunun 20 sırt numaralı futbolcusu 17 yaşındaki Ronaldo’yu izlemek için ise biraz daha beklememiz gerekiyordu.


Dünya Kupası Yazı Dizisi
Blog Widget by LinkWithin