30 Ekim 2008 Perşembe

Dead Silence

Hollywood klişeleri arasında gidip gelmekten finaliyle kurtulmuş film. Tabi işin arkasında "Saw"un yapımcıları olunca buna pek de şaşırmıyor insan. Bence "Saw" serisinin bokunu çıkartmaktansa bu tarz farklı işler yapmaları daha iyi ama tabi gişe sonuçları benimle aynı fikirde olmadığından "Saw" serisi daha baya devam eder gibi geliyor bana.
Sonuç olarak film, korku türünü sevenlere tavsiye olunur.

Ata Demirer

Zamanında Korsan TV'yi düzenli olarak takip etmiş olan, morali bozulduğunda bir doz "Tek kişilik dev kadro" alan, Avrupa Yakası'nı 2 yıl aradan sonra yeniden düzenli olarak takip etmeye başlayan biri olarak artık Ata Demirer'in "Makara" falan değil ciddi ciddi bir albüm çıkarması gerektiğini düşünüyorum. Son haftalarda Avrupa Yakası'nda biri arabesk rock karışımı olmak üzere 2 tane "Kaçak" performansı var ki insana Sezen Aksu keşke bu parçayı kimselere vermeyip Ata Demirer'e saklasaymış dedirtiyor. Bin tane işi aynı anda yapmaya kalkan ve bir tanesini bile iyi yapamayan insanların olduğu bir ülkede hem çok iyi bir komedyen hem de çok iyi bir ses olarak insanları yeteneklerinden mahrum bırakmaması gerek diye düşünüyorum.
Ayrıca kendisinin zamanında Alem FM'de yaptığı radyo programlarını dinlemediyseniz, kayıtlarına bir şekilde ulaşmanızı şiddetle tavsiye ederim.

24 Ekim 2008 Cuma

The Insider

Filmin gerçek hikayeden uyarlanmış birçok film gibi uzun ve düşük tempolu olduğunu söylemek mümkün. Ancak Al Pacino ve Russel Crowe öyle bir döktürmüşler ki, iyi ki filmin süresi uzun tutulmuş diye düşünüyor insan. Özellikle Russel Crowe çok zor bir rolün üstesinden çok ustaca gelmiş.
Filmde modern insanın kapitalist düzende sistemin dişlilerinden biri haline gelmesi, ideallerini, özgürlüğünü ve ahlaki değerlerini ise sistemin çarklarının ona izin verdiği ölçüde koruyabilmesi kusursuzca anlatılmış. Özellikle basın özgürlüğü açısından düşündüğümüzde filmin çekilmesinden bu yana geçen 9 yıllık sürede dünyada bu konuda pek bi değişiklik olduğunu söyleyemeyiz. Şartlar hala aynı, gazeteciler ve televizyoncular medya patronlarının kendilerine çizdiği sınırların dışına çıkamıyorlar ve "özgür basın" sözü içi doldurulamayan bir klişe haline geliyor.
Son olarak sigara içenlere Russel Crowe'un filmde başarıyla canlandırdığı Dr. Wigand'ın itiraflarını tekrar tekrar dinlemelerini öneriyorum.

23 Ekim 2008 Perşembe

Cloverfield

Öncelikle felaket filmini amatör el kamerasıyla çekip olayı yaşayanların gözünden yansıtma fikrini çok beğendiğimi söylemem lazım. Filmdeki gibi bir olay yaşandığında ortaya çıkacak kaosu en güzel yansıtacak yöntem bence de budur. Ama filmle ilgili çok sayıda olumsuz nokta var. Bunlardan en önemlisi oyunculuk. Hakikaten çok başarısız bir oyunculuk izliyoruz filmde. Oysa ki el kamerasıyla verilen kaos ortamı bir de iyi oyunculukla desteklenseydi işte o zaman tadından yenmezdi filmin. Özellikle başroldeki erkek oyuncu kaliteyi düşürmüş. En odun adamın bile binbir çeşit tepki vereceği kadar travmatik bir durumda tepkisiz, mimiksiz bir başrol oyuncumuz var. Bunu görünce izleyici olarak acaba şokta mı bu karakter diyorsunuz ama çok geçmeden şok geçirir gibi bir halinin de olmadığını anlıyorsunuz. Sanki canavarımız her ayın belli günlerinde şehre saldırıyormuş gibi bir tavır sergiliyor başroldeki erkek oyuncu.
Filmle ilgili bir başka olumsuz taraf da filmin süresi. 80 dakikadan kısa süren filmde ilk 20 dakikanın tek bir amacı var, o da bize bunun bir felaket filmi olduğunu unutturup ilk saldırı anında karakterlerle birlikte şok olmamızı sağlamak. Bu taktik kısmen başarılı olmuş aslında ama ilk 20 dakikanın filmin geneliyle pek de fazla alakası olmadığı düşünüldüğünde 1 saatten bile kısa bir film izlemiş gibi hissediyor insan kendini.
Filmde bulunan çok sayıda mantıksız duruma felaket filmi olması, havada kalan çok sayıda soruya da işin arkasında J.J. Abrahams'ın bulunması nedeniyle çok fazla takılmadım ama felaketin yaşandığı şehre kafayı taktım. Hazır el kamerası gibi orjinal bir fikir varken keşke New York yerine felaketlerden nasibini almamış, daha orjinal bir yer seçilseydi. Ama klişelerden vazgeçemeyen Hollywood sineması felaket filmlerinin vazgeçilmez oyuncusu olan Özgürlük Heykeli'ne yine başrolü vermiş. Bununla da yetinmeyip, filmin afişini de kesik başlı Özgürlük Heykeli ile süslemiş. Hayır New York'a da yazık. Sırf Özgürlük Heykeli her felaket filminde ayrı bir atraksiyona girecek diye güzelim şehrin başına gelmeyen kalmadı.
Bunlar da filmle ilgili imdb kaynaklı bazı hoş bilgiler :
  • Açılış sekansında ekranın sağ alt köşesinde Lost'tan tanıdığımız Dharma Initiative'in logosu net bir biçimde görülebiliyor.
  • Baştaki sahneler en son sondaki sahneler ise en önce çekilmiş.
  • Filmin büyük bölümünde kamerasıyla çektiklerini izlediğimiz Hud karakterinin adı Heads-Up Display'in kısaltmasından gelmekteymiş.
  • Özgürlük Heykeli'nin kopan başının yolun ortasına düşmesi, 1981 yapımı "Escape From New York" filminden esinlenmeymiş (Ben demedim mi Özgürlük Heykeli her filmde ayrı atraksiyona giriyor diye. Düşünün artık aynı atraksiyonlara ikinci kez girmeye başlamış).
  • Bu arada insanların Özgürlük Heykeli'nin başını gerçek boyutundan daha büyük olarak hayal etmelerinden dolayı kopan baş orjinaliden %50 daha büyük boyutlarda gösterilmiş.
  • Ayrıca filmin son sahnesinde (Ancak kronolojik olarak canavarın düşmesinden 1 ay kadar öncesine ait olan) arka planda oldukça uzak bir noktada okyanusa bir şeyin düştüğü ve su sıçramasına neden olduğu görülüyor. Bunun filmdeki canavarı taşıyan yumurta gibi bir şey olabileceği şeklinde görüşler var.

21 Ekim 2008 Salı

Just Like Heaven


Romantik komedilerden pek fazla hoşlanmayan biri olmama rağmen başarılı bulduğum film. Sanırım bunun en önemli nedeni filmde romantizmin de komedinin de yalın ve abartısız olması. Ayrıca film tam bir San Francisco filmi olmuş, sokaklar bana Play Station'da Driver oynadığım günleri hatırlattı.
Aslında bir filmin bir şehirle özdeşleşmesini en güzel anlatan örneklerden biri bence Eşkıya'dır. Teknolojinin nimetlerinden yararlanan Organize İşler İstanbul manzaraları içeren bir film olmaktan öteye gidemezken Eşkiya tam bir İstanbul filmi olmayı başarmıştır. Kısacası bir filmin bir şehirle özdeşleşmesi için o şehri değil de o şehrin dokusunu yansıtması gerekir diye düşünüyorum. Just Like Heaven'ı beğenmemdeki bir başka etken de bunu başarabilmiş olması.

The Bucket List

Morgan Freeman'ın varlığının bir filmi izlenir kılmak için yeterli bir sebep olduğunu bana bir kez daha gösterdi bu film. Her ne kadar bazı klişeler içeriyor olsa da izleyiciyi ölüm ve daha da önemlisi yaşam hakkında düşünmeye itmesi ve bunu iki usta oyuncunun büyüleyici performansıyla süslemesi filmi beğenmemdeki en önemli etkenler oldu. Bunun yanında filmle ilgili en güzel ayrıntı ise listedeki "kiss the most beautiful girl in the world" maddesinin gerçekleştirildiği andı. Çok az filme nasip olacak biçimde en mutlu ve en hüzünlü sahneyi aynı anda izlemiş olduk.
Bunlar da filmle ilgili imdb kaynaklı bazı hoş bilgiler :
  • Hem yönetmen hem de Morgan Freeman birbirlerinden bağımsız olarak Edward Cole rolü için Jack Nicholson'u düşünmüşler.
  • Senaryo sadece 2 hafta da tamamlanmış.
  • Filmde Morgan Freeman'ın oğlunu gerçek oğlu Alfonso Freeman canlandırmış.
  • Filmde Kopi Luwak kahvesiyle ilgili anlatılanlar gerçekmiş.
Blog Widget by LinkWithin