26 Kasım 2010 Cuma

Scent of a Woman

Yalnızca tango sahnesi, Ferrari sahnesi ya da Al Pacino'nun filmin sonundaki efsanevi tiradı değil her sahnesi her diyalogu muhteşem film. Bu filmde Al Pacino'nun tüm zamanların en iyi oyunculuk performanslarından birini çıkardığını kimse inkar edemez sanırım. Tekrar tekrar izleyin.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Karanlık İşler

Oyunu bugün Beykoz'daki Ahmet Mithat Efendi Sahnesi'nde izledim. Bu sahneye 2. gidişim. Gideceklere tavsiyem, hafta sonu havanın güzel olduğu bir gün gidip hem Anadolu yakasının doğal güzelliklerinin, hem de tiyatronun tadını çıkarmaları. Bir diğer tavsiyem de ön sıralardan bilet alacaklara olsun. Sahnenin yüksekliğinden dolayı ilk 2 sırayı pas geçmkte yarar var. 3 ya da 4. sıra ideal.

Oyuna gelecek olursak Karanlık İşler Devlet Tiyatroları'nın bu sezonki yeni oyunlarından biri. İlk perdesi biraz sıkıcı giden ikinci perdede ise biraz hareketlenen oyun bazı sahnelerde izleyicilere kahkahalar attırmayı başardı. Oyunculuk kötü değildi ama çok iyi olduğunu da söyleyemem. Levent Özdilek'in performansı bile vasat göründü bana. Özetle bu oyundan çok şey beklemeyin derim. Düşük beklentiyle gitmeniz halinde ise keyifli bir gün geçirebilirsiniz.

19 Kasım 2010 Cuma

Eagle Eye

Zaman zaman I Robot'u, zaman zaman Terminator'u hatırlatan hoş bir filmdi. Oyunculuk çok iyi olmasa da konu filmin sonuna kadar sıkılmadan izlenmesini sağlıyor. İzlememiş olanlara tavsiye olunur.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Carlito's Way

Al Pacino'nun bir kez daha hayranlık uyandıracak bir performans sergilediği başyapıt.

De Palma, Carlito ve Gail arasındaki aşkın büyüklüğünü anlatmak için geçmişten sahnelere ya da uzun diyaloglara ihtiyaç duymaz. Bize sağanak yağmurdan çöp tenekesinin kapağıyla korunmaya çalışarak karşı apartmanın çatısından sevdiği kadının dansını hayranlıkla izleyen adamı ve sokakta ona laf atan kişinin sevdiği adam olduğunu anlayıp arkasına dönerek ona sevgi ve hasret dolu gözlerle bakan kadını gösterir. Bu 2 sahne Carlito ve Gail arasındaki aşkın büyüklüğünü anlamaya yeter de artar bile. Daha fazla detaya, repliğe, söze ihtiyaç yoktur.

13 Kasım 2010 Cumartesi

2012

Bir an bile şaşırtmadı. Her karesi Hollywood klişelerine uygundu. Bir de Özgürlük Heykeli'ni kullansalarmış tam olacakmış.

19 Ekim 2010 Salı

Ölüleri Gömün

İşyerinden 2 arkadaşımla birlikte bu akşam 5 günde 3 oyun maratonumuzu tamamlamış olduk. Mecidiyeköy'de Devlet Tiyatroları'nın Cevahir Alışveriş Merkezi'ndeki sahnesinde izledik oyunu. Hem konu, hem de kadroda Musa Uzunlar ve Civan Canova'nın yer alması beklentilerimi çok yükseltmişti. Beğenmedim demek haksızlık olur ama çok beğendiğimi de söyleyemem.

Savaşa ve insan haklarına dair söyleyecekleri olan ve bunları vurucu bir şekilde söyleyip vermek istediği mesajı da sertçe veren ancak ortalara kadar didaktik ve sıkıcı bir üslupla ilerleyen oyun, sonlara doğru hareketlendi ve gerçekten müthiş bir finalle sona erdi. Açıkçası böyle bir final olmasa salondan hayal kırıklığıyla ayrılacaktım.

İşlerin yoğun olduğu son zamanlarda 5 günde 3 oyuna gitmek ilaç gibi geldi. Kaleminden çıkanları her zaman hayranlıkla okuduğum kadim dostum Utku'nun dediği gibi : "Tiyatroya her gidiş, hatırası mendillere sarılarak özene bezene saklanacak bir başka hayat tecrübesi gibi geliyor sanki".

17 Ekim 2010 Pazar

Bu Aralar Ruhumun Gıdası Bunlar 3

Çoktandır yazmamıştık:

Zakkum - Biraz Uyu
Mustafa Çeçeli - Dön
Öykü & Berk - Geceler Düşman
Gripin - Gidenin Dostu Olmaz
Nev - Mazideki Aşk
Lou Reed - Perfect Day
Candan Erçetin - Kırık Kalpler Durağında
Gripin - Durma Yağmur

16 Ekim 2010 Cumartesi

Profesyonel

Oyunu bugün Çengelköy'de boğaza nazır güzel bir kahvaltının ardından, Beykoz'daki eski adıyla Feridun Karakaya yeni adıyla Ahmet Mithat Efendi sahnesinde işyerinden arkadaşlarla izledim. Çok büyük beklentiyle gittiğim bu oyun, beklentilerimin de ötesinde, çok çok başarılıydı.

Yetkin Dikinciler'in ses tonu, Bülent Emin Yarar'ın o müthiş tonlamasıyla sahneye ilk girdiği andan itibaren sergilediği büyüleyici performans ayakta alkışlanmaya değerdi gerçekten.

Birgün hiç tanımadığınız bir adam elinde bir evrak çantası ve kocaman bir bavulla size geçmişinizi getiriyor. Bir yandan geçmişinizle yüzleşirken bir yandan da hayatın koşuşturması içinde sizin kaçırdığınız ama onun en ince ayrıntısına kadar bildiği olayları öğreniyorsunuz. Böyle güzel bir konu, 2 usta oyuncunun varlığıyla tekrar tekrar izlenesi harika bir oyuna dönüşüyor.

Oyunda hayat üzerine söylenen o kadar çok güzel söz vardı ki. Benim aklımda en çok kalan ise bir babanın samimi itirafıydı. Tam olarak doğru olmayabilir ama şöyle bir şeydi : "Biz babalar evlatlarımıza ağzımıza gelen herşeyi söylüyoruz, ama en çok söylememiz gereken şeyi hiçbir zaman söyleyemiyoruz".

15 Ekim 2010 Cuma

Tehlikeli İlişkiler

Oyunu dün akşam iş çıkışı Şehir Tiyatroları'nın Harbiye'deki Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde iş yerinden arkadaşlarla beraber izledik. Oyun başlamadan hemen önce Avrupa Yakası'ndan rol arkadaşı olan Levent Üzümcü'yü izlemeye gelen Gülse Birsel'in ekranda göründüğünden çok daha uzun bir insan olduğunu anladık.

Oyuna gelecek olursak Levent Üzümcü'nün başarılı oyunculuğu ve sahnede aynaların kullanımı etkileyiciydi. Yine de iş günü yorgunluğuna hastalık da eklenince çok keyif alamadım oyundan.

11 Ekim 2010 Pazartesi

500 Days of Summer

Sadece expectations / reality sahnesi için bile izlenmesi gereken film.

9 Ekim 2010 Cumartesi

28 Weeks Later

Senaryosu saçma olan bir filmi kaliteli oyunculuk da harika müzikler de kurtaramıyor maalesef. 2 tane gerizekalı veledin ellerini kollarını sallayarak karantina bölgesinden çıkabilmeleri ve onbinlerce insanın ölümüne neden olmaları o kadar saçma ki filmin görsel açıdan doyuruculuğu, enfes müzikleri ve Robert Carlyle'ın müthiş oyunculuğu güme gidiyor. Hal böyle olunca da serinin ilk filmi 28 Days Later'ı aratan bir film çıkıyor ortaya.

7 Ekim 2010 Perşembe

16 Blocks

Filmin başlarında Mos Def, Bruce Willis'e sorar :

Otobüs durağında üç kişi var.
Evet, bir tanesi yaşlı bir kadın.
Çok hasta ve ölmek üzere.
İkincisi ise en yakın arkadaşın.
Hayatını kurtaran bir dost, tamam mı?
Ve üçüncü de hayallerinin kadını.
Evet, ama dikkatli ol arabanda sadece tek bir kişiye yetecek yer var. Tamam mı? Kimi alırsın?

Başlarından geçen onca şeyden sonra filmin sonunda Bruce Willis soruya cevap verir:

En yakın arkadaşına arabanın anahtarlarını veriyorsun.
Yaşlı kadını hastaneye götürmesi için...
Sen otobüs durağında kızla kalıyorsun, çünkü o senin hayallerinin kızı, değil mi?

3 Ekim 2010 Pazar

Uyum Süreci

Futbol sohbetlerinde en sevmediğim laftır uyum süreci. Başarılı olamayan futbolcu için uydurulmuş bir kılıftır. Neyin uyumundan bahsediyoruz ki. Adamdan beklenen yıllardır yaptığı işi, ekmek parasını kazandığı oyunu oynaması. Bu nedenden uyum süreci kötü futbolcuya biraz daha zaman kazandırmaktan başka bir şey değildir. Uyum süreci dediğiniz zaman geçtikten sonra da o futbolcudan aldığınız verimde gözle görülür bir artış olmadığını fark edersiniz. Oysa kaliteli futbolcunun lugatında uyum süreci diye bir şey yoktur. O, ekmek parasını kazandığı işi nerede olsa en iyi şekilde yapabilir.

Türkiye'ye gelip de başarılı olan yabancı futbolcuları hatırlıyorum. Hepsi gelir gelmez takımlarına doğrudan skora etki edecek katkıyı yapmaya başlamışlardı. Hagi, Pierre Van Hoijdonk, Alex ya da Baros için uyum süreci diye bir şey olmadı. O yüzden yöneticiler ya da spor yazarları bir futbolcu için uyum sürecinden bahsediyorsa bilin ki o futbolcunun takımınıza pek bir faydası olmayacak.

Kezman ve Guiza için 4 yıl boyunca uyum sürecinin tamamlanmasını bekleyen Fenerbahçe taraftarı Mamadou Niang'ın gelmesiyle uyum süreci lafının gerçekçi olmadığını gördü. Dün akşam Fenerbahçe Gençlerbirliği'ni 3-0 yenerken Niang Fenerbahçe formasıyla çıktığı 6 . maçta gol sayını 8'e çıkardı. Guiza'nın bu sayıya ulaşması için kaç hafta uyum süreci beklemiştik?

26 Eylül 2010 Pazar

The Hunger Games

İşyerinden sevdiğim bir arkadaşımın verdiği bu kitabı yaklaşık 2 haftalık bir sürede uykuya dalmadan hemen önce 15-20 dakikalık dilimlerle okudum. Her akşam 1 ya da 2 bölüm okuyarak ilerledim diyebilirim.

Aslında konusunu gerçek yaşamdan alan tarihi içerikli kitapları seven biri olarak yazarın kendi dünyasında kurguladığı kitaplara pek ilgi göstermem. Fakat arkadaşımın hatrına kitaba başladım ve kitabın ilk bölümlerinde sıkılmadım desem yalan olur. Ancak ilerledikçe konu beni içine almaya ve merak uyandırıcı bir hale gelmeye başladı. Kitap, her bölümün sonunda, okuyucuda sonraki bölümde neler olacağına dair şiddetli bir merak duygusu yaratmayı çok iyi başarıyor. Lost'u izlemiş olanlar ne demek istediğimi çok iyi anlamışlardır.

Stephen King'in bile "elimden bir türlü bırakamadım… bağımlısı oldum" dediği bu kitabın sürükleyiciliği için çok fazla söze gerek yok. Suzanne Collins'i survivor tarzı bir hikayeyi bu kadar sürükleyici bir hale getirdiği ve modern toplumun yanlışlarına böylesine güzel değindiği için tebrik etmek gerek. Şimdi sırada serinin 2. kitabı Catching Fire var. Bir de The Hunger Games'in filminin çekilmesi gündemdeymiş. Cast belli oldu mu bilmiyorum ama Ellen Page, Katniss Everdeen rolü için biçilmiş kaftan.

Shutter Island

Shutter Island hakkında hep olumlu sözler duymuştum. Bu da filmden beklentilerimi oldukça yukarılara çekmişti. Filmi beğenmediğimi söyleyemem ama yüksek beklentiyle izlediğim bir film olarak bende hayal kırıklığı yarattı.

Bence en önemli sorun sürenin fazla olması. Tek bir hikaye üzerinden giden ve bu hikayeyi de çok detaylandıramayan bir film için neredeyse 2,5 saatlik bir süre çok uzun. Sonuç olarak izlemezseniz çok bir şey kaybetmezsiniz diyebilirim bu film için.

19 Eylül 2010 Pazar

An American Crime

An American Crime 1965 yılında yaşanmış gerçek bir olayı mahkeme kayıtlarından yola çıkarak anlatan 2007 yapımı bir film. Uzun zamandır görmek istiyordum ama bittiğinde keşke izlemeseydim dedim. Bunu film kötü olduğu için söylemiyorum. Özellikle oyunculuklar son derece başarılı. Ancek o kadar çarpıcı bir hikaye ki insan film bittiğinde kendini berbat hissediyor. En son Requiem For a Dream'in ardından bu kadar berbat hissetmiştim.

Filmin en rahatsız edici sahnesi genç kıza şiddet uygulayanların mahkemede kendilerine sorulan neden sorusuna verdikleri ortak cevabın (Bilmiyorum) arka arkaya verildiği sahneydi. İnsanın gerekli ortam oluştuğunda hiçbir nedene ihtiyaç duymadan böylesi bir şiddeti uygulayabileceği gerçeği en ağır işkence sahnesinden bile daha rahatsız ediciydi. Son olarak söyleyebileceğim ise güzel bir film ama bence izlemeyin.

12 Eylül 2010 Pazar

Final Maçı Öncesi

O kadar heyecenalıyım ki uzun uzadıya bir şeyler yazamıyorum. Tek isteğim 12 Dev Adam'ın top kayıplarını minimum seviyede tutabilmesi ve dün şampiyonada en kötü maçını oynayan Ersan'ın bugün iyi bir maç çıkarması. Bu ikisi bizi Dünya Şampiyonluğuna taşıyabilir. Söylemek bile keyif veriyor. Dünya Şampiyonluğu.

Bu akşam Türk spor tarihinin en önemli maçına çıkıyoruz. Umarım kazanıp 12 Dev Adam'ın adını Dünya spor tarihine altın harflerle yazdırırız. Umarım...

11 Eylül 2010 Cumartesi

Sırbistan Maçı Öncesi

12 Dev Adam'ın yarı finale gelene kadar gösterdiği performans, 1992 Barcelona'daki Dream Team'i hatırlatan bir performans oldu. Tabi bundan sonrasının bu kadar kolay olmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Yarın sabah Türk spor tarihinin en önemli gününe uyanmak için önümüzdeki tek engel Sırbistan. Peki Sırbistan'ı önceki rakiplerimize göre daha dişli kılan özellikler neler?

Bence en önemli artıları pota altını şu ana kadar oynadığımız rakiplerin tamamından daha iyi kullanabilmeleri. Savunma dirençleri de şimdiye kadar oynadığımız takımlardan yüksek. Ancak bizim şu ana kadar gösterdiğimiz savunma direnci turnuvadaki takımlarının tamamının çok çok üzerinde. Beni en çok korkutan özellikleri ise tıpkı bizim gibi komple bir takım olmaları. 7-8 kişi ile değil 12 oyuncuyla oynayan bir takım ve bu 12 oyuncudan herhangi biri hiç beklenmedik bir katkı yapabilir. Açıkçası, Spanolis'i, Dragic'i ve Lakovic'i sahadan silen Ömer Onan ve Sinan Güler'in Teodosic'i de büyük ölçüde kitleyebileceğine inancım tam. Beni korkutan Macvan, Savanovic, Velickovic gibi normalde bu takımın yıldızı gibi görünmeyen ekstra oyuncuların yapacağı katkılar. Özellikle Scepanovic'in 2001'de yaptıklarını hatırlayınca bu korkum biraz artsa da şu ana kadar oynadığımız basketbolun tüm korkuları yok edebilecek kadar üst düzey olduğunu da unutmamak lazım.

Bir de Sırplara karşı psikolojik bir dezavantajımız olur mu sorusu takılıyor kafama. 2001'de Abdi İpekçi'de Avrupa Şampiyonluğu'nu son çeyrekte elimizden alan, 2006'da da İzmir'de önüne geleni farklı yenen Ersan'lı, Semih'li, Oğuz'lu, Ömer'li, Cenk'li takıma final maçında üstünlük sağlayıp Avrupa Ümitler Şampiyonu olan Yugoslavya ve Sırbistan Karadağ takımlarının devamı olan ekol bu kez Sırbistan adıyla kendi evimizdeki bir şampiyonada yine karşımızda. Bize karşı psikoljik olarak her zaman önde olan Sırplar'a karşı geçen yıl Polonya'daki Avrupa Şampiyonası'nda aldığımız galibiyet bu açıdan çok değerli bence. Oradaki galibiyetle onların bize karşı kurdukları psikolojik üstünlüğü yıkmış olabiliriz.

Bu postta ağırlıklı olarak dezavantajlarımızdan bahsettim Çünkü bu şampiyonadaki artılarımız o kadar fazla ki bunları yazmaya kalksam yazının sonu gelmeyebilirdi. Özetle Fransa ve Slovenya maçları kadar kolay olmayacaktır ama bu maçın favorisinin Türkiye olduğunu düşünüyorum. Umarım bu maçı kazanırız ve yarın Türk spor tarihinin en önemli gecesini Sinan Erdem'de yaşama şansımız olur. Umarım...

10 Eylül 2010 Cuma

Nefes

Dün akşam abimle izledik filmi. Nefes, sinemalarda gösterildiği dönemde izleyenler filmden o kadar büyük bir övgüyle bahsetti ki benim de beklentilerim çok yükseldi. Belki de bu nedenden filmi beğenmedim.

Film fragmanlarda da gördüğümüz son derece başarılı bir içtima sahnesi ile başlıyor. Ancak o sahnede zirveye çıkan yüzbaşının kararlığı, basireti, gücü kısacası her şeyi o andan itibaren düşüşe geçiyor. Askerliğini Güneydoğu'da değil Ankara'da yapan ancak o bölgede askerliğini yapmış pek çok arkadaşla sohbet etme şansı bulmuş biri olarak oraya giden insanların geçirdiği dönüşümün tam tersi olduğunu söyleyebilirim. İnsanlar o bölgeye gittiklerinde sudan çıkmış balık gibi olup orada yaşadıklarıyla güçlü ve kararlı hale gelirler. Tabi bu güç ve kararlılık sadece o bölgede anlamlı olan, oradaki görev tamamlanıp da büyükşehire dönüldüğünde hiçbir anlam ifade etmeyecek bir güçtür. Bizim yüzbaşı ise son derece kararlı geldiği karakolda karakter oluarak günden günden eriyip kendi askerine silah çeken, silahındaki son mermileri boş yere harcayan bir adama dönüşüyor. Bütün film bu adamın etrafında döndüğü için rahatsız edici bir durumdu bu dönüşüm.

Bana göre filmin en başarılı sahnesi nöbet tutan askerin, arkadaşlarını eğlendirmek için yaptığı asansörde kalan adam taklidiydi. Nöbet tutan asker, o an oradaki askerlerin tamamını kardan, soğuktan, dağlardan, barut kokusundan, ölüm korkusundan uzaklaştırıp bambaşka bir boyuta taşıdı.

Özetle Nefes, benim için yüksek beklentiyle izlenen ve hayal kırıklığı yaratan bir film oldu.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Fransa Maçı Öncesi


Eurobasket 2009'dan ümitliydim. Harika da başlamıştık. Ama basit hatalarla yarı finali görememiştik. 1 yıl sonra yine iyi oynayan ve ev sahibi olmanın avantajıyla seyirci desteğini de arkasına alıp tüm maçlarını kazanarak gruptan çıkan bir 12 dev adam var. Çeyrek final yolunda önümüzdeki engel Fransa. Tüm maçlarını kazanan bir takımın 2. turda Fransa ile eşleşmesi şanssızlk ya da Fransa'nın ABD'nin olduğu yoldan kaçmak için yaptığı bir oyun.

Grup maçları sonunda en az sayı yiyen takım açık ara Türkiye. Bu bizim için çok önemli . Bu turnuvada bir yerlere gelmek istiyorsak bunu savunmamızla yapacağımızı biliyoruz. Ancak rakibimiz de grup maçları sonunda 24 takım içerisinde en az sayı yiyen 3. takım. Sadece bu istatistik bile şanssız bir eşleşme olduğunu ve bu maçı daha iyi savunma yapanın kazanacağını ortaya koyuyor. Pazar günü kırmızıları giyip Sinan Erdem Spor Salonu'ndaki yerimi alacağım ve sesim kısılana kadar millilere destek vereceğim. Umarım çeyrek finale kalan taraf biz oluruz ve o yoldan finale kadar yürürüz. Umarım..

25 Temmuz 2010 Pazar

Trainspotting

Uyuşturucu üzerine yapılmış en iyi film. Filmin uyuşturucu kullanımını özendirdiğine yönelik iddialara en iyi cevap bebeğin öldüğü sahnedir herhalde. Requiem for a Dream'in tamamından daha vurucu olmuştur benim için. Bununla birlikte Renton'ın tuvalete daldığı sahnedeki metafor sinema tarhinin en iyilerindendir. Robert Carlyle'ın psikopatlığı ise filmin en neşeli sahnelerini izlettirmiştir. Renton'ın ailesinin onu odaya kilitlemesi sonucu geçirdiği kriz olağanüstü sahneler içeren çok etkileyici bir bölüm olsa da bana göre filmin en etkileyici kısmı Perfect Day eşliğindeki aşırı doz sahnesidir Uzun lafın kısası güzel filmdir Trainspotting. Tekrar tekrar izlemeye değerdir.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Journey to the Center of the Earth

Dünyanın Merkezine Yolculuk Jules Verne'in efsanevi kitabından yola çıkan tipik bir Brendan Fraser filmi. Çok iyi bir film değil belki ama sıkılmadan izlenebilen eğlenceli bir film. Sürenin çok uzun tutulmaması da yerinde olmuş. Daha uzun sürse sıkabilirdi. Tabi bu filmi sinemada 3 boyutlu olarak izlyebilmiş olsaydım muhtemelen daha çok keyif alırdım. Filmde bir de Anita Briem adında bir güzellik var ki, insanda tası taağı bırakıp İzlanda'ya göç etme hissi uyandırıyor. Sırf Anita Briem'i görmek için bile izlenebilir bu film.

20 Temmuz 2010 Salı

Rambo

61 yaşındaki Stallone ile Rambo nostaljisi yapmak güzeldi. Ama filmin çekilme amacı da sadece nostalji yapmaktı sanırım. Çünkü özensiz hatta olmayan bir senaryoyla karşı karşıyayız. Dolayısıyla da süre olarak oldukça kısa bir film olmuş Rambo serisinin bu son filmi. Ancak çatışma ve şiddet sahneleri konusunda filmin hakkını yemeyelim. Stallone, yönetmen koltuğunun hakkını vermiş. Son derece gerçekçi ve başarılı sahneler çekmiş. Türü sevenlerden hala izlemeyen varsa biraz nostalji biraz da bu sahneler için izlemeye değer diyebilirim.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Hitman

Geçtiğimiz haftasonu abimle birlikte izledim filmi. İkimiz de oyunu çok az oynamıştık. İyi bir film olduğunu söyleyemem ama sıkmadan izlenebilen bir aksiyon filmi olmuş Hitman. Oyunu fanları için ise hayal kırıklığı söz konusu. Çünkü oyunu çok az oynamama rağmen ben bile filmdeki Hitman ile oyundaki Hitman'in pek de örtüşmediğini fark ettim. İstanbul sahneleri bilindik. Her zamanki gibi İstanbul'u bir Arap şehri gibi göstermek için modern Türk insanı profili yerine Kapalıçarşı profili seçilmiş. Türkiye Rusya sınırı ve Galata Kulesi'nin içinde bulunan upuzun koridorlara sahip otel gibi saçmalıklar da filmin eksilerinden.

18 Temmuz 2010 Pazar

Değerlendirme 2

Dünya Kupası'yla ilgili değerlendirmelere kaldığımız yerden devam edelim. Tam da bu yazıyı yazmak için blog'u açmışken kadim dostum mortello'nun bir önceki değerlendirme yazısına yaptığı yorumu okudum. O yorumdan yola çıkarak başlayalım yazıya:

Turnuvanın sürprizi : Thomas Muller (Almanya)

Turnuvanın hakemi : Ravshan Irmatov (Özbekistan) - Açılış maçı, Arjantin - Almanya çeyrek finali ve Uruguay - Hollanda yarı finali de dahil olmak üzere tam 5 maç yönetti. Henüz 33 yaşında ve görev aldığı kritik maçlarda skora doğrudan etki edecek hiçbir hata yapmamasının yanısıra pozisyonlara hep yakın olması da dikkat çekiciydi. Şahsi fikrim final maçını yöneten Howard Webb'den çok daha iyi bir hakem olduğu, ancak yaşı ve ülkesinden dolayı FIFA onu final maçına vermeye cesaret edemedi.

Turnuvann golü : Giovanni Van Bronckhorst (Hollanda) - Hollanda kaptanın Uruguay ile oynanan yarı final maçında attığı gol turnuvada uzaktan atılan diğer gollerin aksine Jabulani'nin aldığı garip falsolarla ilgisi olmayan çok şık bir goldü ve bana göre turnuvanın en güzel golüydü.

Turnuvanın teknik direktörü : Bert Van Marwijk (Hollanda) - Belki son zamanların en sıkıcı futbol oynayan Hollanda'sını izledik ama kim ne derse desin bu adam yılların kaybedeni Hollanda'yı geçmiştekilerden çok daha zayıf bir kadroyla finale getirmeyi başardı. Hem de bunu yaparken belki büyüleyici futbol oynamayan ama son derece güçlü olan bir Brezilya'yı eledi.

Turnuvanın 11'i :
Kaleci : Iker Casillas (İspanya)
Sağ Bek : Sergio Ramos (İspanya)
Stoper : Carles Puyol (İspanya)
Stoper : Per Mertesacker (Almanya)
Sol Bek : Giovanni Van Bronckhorst (Hollanda)
Orta Saha: Bastian Schweinsteiger (Almanya)
Orta Saha : Andres Iniesta (İspanya)
Orta Saha : Xavi Hernandez (İspanya)
Sağ Açık : Thomas Muller (Almanya)
Sol Açık : David Villa (İspanya)
Forvet : Diego Forlan (Uruguay)

Beğendiğim bazı oyuncuların hatrı kalmasın :) Bir de 2. en iyi 11 yapalım:

Kaleci: Manuel Neuer (Almanya)
Sağ Bek : Philipp Lahm (Almanya)
Stoper: Diego Lugano (Uruguay)
Stoper: Arne Friedrich (Almanya)
Sol Bek : Joan Capdevilla (İspanya)
Orta Saha: Wesley Sneijder (Hollanda)
Orta Saha: Andre Ayew (Gana)
Orta Saha: Mesut Özil (Almanya)
Forvet : Luis Suarez (Uruguay)
Forvet : Miroslav Klose (Almanya)
Forvet: Asamoah Gyan (Gana)

11 Temmuz 2010 Pazar

Hancock

Filmi izlerken Will Smith'in yüzünü en iyi kullanan oyunculardan biri olduğunu bir kez daha gördüm ve Charlize Therion'un bu dünyadan olmadığına dair şüphelerim daha da arttı. Başındaki sahnelerle The Big Lebowski'yi sonuyla da Casablanca'yı anımsattı biraz. Birbiriyle uzaktan yakından alakası olmayan bu iki filmi anımsattığına bakarak nasıl absürd bir film olduğunu varın, siz anlayın. Tabi absürd olması filmi beğendiğim gerçeğini değiştirmez.

Son Gün - Değerlendirme 1

Her dünya kupası sırasında, genelde çeyrek final maçları oynanırken içimi bir hüzün kaplamaya başlar. Bitiyor işte derim kendi kendime. Şunun şurasında 3-4 tane maç kaldı ve ben bu keyfi bir kez daha yaşayabilmek için 4 yıl daha yaşlanmak zorundayım, hatta belki de bu keyfi bir daha hiç yaşayamayabilirim. Şu sıralar bir yandan bu hüznü yaşıyorum, bir yandan da sona ermek üzere olan 2010 Dünya Kupası'nın değerlendirmesini yapmaya çalışıyorum. Aklımdan geçenleri blogun okuycularıyla da paylaşmak istedim.

Turnuvanın takımı : Almanya - Finale çıkamayan takım nasıl turnuvanın takımı olur demeyin. Yıllarca turnuvaların en yaşlı kadrosu oldu Alman Milli takımları. Bu kez en genç takımlardan biriydiler ve bize Dünya Kupaları tarihine geçecek 2 tane maç hediye etti bu genç takım. Makine düzeninde işleyen bu takım, İspanya'dan çekinmeseydi bu akşam 1974 finalinin rövanşını izliyor olabilirdik.

Turnuvanın sürpriz takımları : Uruguay ve Gana

Uruguay - Turnuvaya gelirken kimse onlardan yarı finale çıkmalarını beklemiyordu ancak onlar iyi savunmalarıyla eşleşmelerdeki şanslarını da değerlendirerek büyük bir başarıya imza attılar. Bu başarıda Forlan'ın futbolunun ve liderliğinin katkısı çok büyük.

Gana - Asamoah Gyan 120. dakikadakı penaltıyı ağlara gönderebilseydi, Gana Dünya kupaları tarihinde yarı final oynayan ilk Afrika takımı olacaktı. Yarı finalist olamsalar da kupaya damga vurmayı başardılar. Gana'nın turnuvadaki bütün maçlarını izledim ve her seferinde keşke şu takımda Essien de oynayabilseydi dedim kendi kendime.

Bu 2 takıma ayrı bir parantez açmak lazım. Her ikisi de daha ilk maçlarından yukarılara çıkabileceklerinin sinyallerini verdiler. Eşleşme şansaları olmasa bu kadar yukarı çıkamayabilirlerdi belki ama bu onların iyi futbol oynadıkları gerçeğini değiştirmiyor. Bulundukları noktaya gelirken arkadaşlarla girdiğim iddiaları kazanmamı sağladıkları için ayrıca teşekkür ediyorum Uruguay ve Gana'ya.

Turnuvanın yıldızı : David Villa (İspanya) - Açıkçası 1994'teki turnuvaya damga vuran Romario ve Roberto Baggio ya da 2002'de muhteşem bir geri dönüş yapan Ronaldo gibi bir yıldızı olmadı turnuvanın ama illa bir yıldız seçmek gerekirse bence bu adam 2 yıl öncesine göre hücum gücü çok daha zayıflamış olan İspanya'yı finale getiren yolda en önemli katkıyı yapan David Villa'dır. David Villa ile birlikte Diego Forlan ve Bastian Schweinsteiger isimlerini de es geçmemek lazım.

Turnuvada parlayan isim: Thomas Muller (Almanya) - Henüz 20 yaşındaki bu adam hedef santror olmamasına rağmen 5 golle kapattı turnuvayı. İspanya'ya karşı oynayamaması belki de turnuvanın kaderini değiştirdi. Olağanüstü yeteneklere sahip bir oyuncu değil belki ama bir futbolcuda olması gereken her özellik onda yeterince var. Yine bu kategoride de Thomas Muller ile birlikte Mesut Özil, Luis Suarez, kahin ahtapot Paul ve Asamoah Gyan'ın isimlerini sayabiliriz.

Turnuvanın hayal kırıkları : TRT spikerleri, vuvuzela ve Ömer Üründül. Fazla söze gerek yok. Bu 3'lü turnuvanın en güzel maçlarının bile seyir zevkini azalttı malesef.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Futbol Devrimi

Bir önceki postun sonunda sorduğumuz sorunun cevabını aldık. Almanlar üst üste 15. kez dünya kupası çeyrek finalisti oldular. Bununla da yetinmeyip kupa öncesi herkesin favori olarak gördüğü Arjanin'i 4-0 yenerek yarı finale de adlarını yazdırmış oldular. Adamlar yıllardır futbolda hep zirveye oynuyorlar zaten. Futbol devrimi de nereden çıktı diyebilirsiniz. Bana göre bu devrim 2006 yılında Klinsmann'la başladı. Yıllardır hep zirveye oynayan ancak iyi futboldan ziyade maçı sonuna kadar bırakmamasıyla bilinen bir Almanya vardı o yıla kadar. Bu özelliklerinden dolayı da futbolseverler tarafından Latin Amerika ülkeleri ya da Hollanda kadar sempatik bulunmuyorlardı .

1990'da Dünya Şampiyonu, 1996'da Avrupa Şampiyonu olan, 2002 Dünya kupasında final oynayan takımlar da iyi takımlardı, ancak seyir zevki açısından taraftarları tatmin etmediler. Ancak Klinsmann'ın 2006'daki Almanyası turnuva stratejisi açısından adı yıllarca İtalya ile birlikte anılan Almanya'nın imajını düzeltmeye başladı. 2006'da hücumu düşünen kanat organizasyonları yapan bu bambaşka Almanya'nın, yıllardır oynadığı defansif futbol konusunda devrim yapmaya niyeti olmayan İtalya'ya elenmesi ise kaderin bir cilvesi olsa gerek.

2 yıl sonra Avrupa Şampiyonası'nda benzer bir Almanya vardı. Çeyrek finalde Portekiz'i yarı finalde milli takımımızı 3-2'lik skorlarla geçtiler, finalde ise tıpkı kendileri gibi takım olmayı başarabilmiş İspanya'ya boyun eğdiler.

2006'dan bu yana çok da fazla değişikliğe uğramayan kadroları artık tam bir makine düzeninde işliyor. Bu sayede bireysel olarak bakıldığında belki de hiçbiri mevkilerinde Dünya'nın en iyileri arasında sayılmayan bu adamlar önce İngilizler'i ardından da Arjantin'i 4 golle geçtiler. Eğer muhtemel yarı final ve final rakipleri olan İspanya ve Hollanda'yı geçip kupayı alırlarsa bence Dünya kupaları tarihinin en etkileyici performansına imza atmış olurlar.

26 Haziran 2010 Cumartesi

Avrupa'nın Çöküşü Mü?

İkinci tura çıkan 6 avrupa takımının birbirleriyle eşleşmeleri sonucu çeyrek finalde 3 Avrupa takımının olacağı kesinleşti. Avrupa takımlarının genel performansı açısından sadece 4 Avrupa takımın katılabildiği ilk dünya kupasından bu yana en kötü sonuç bu. Önceki dünya kupaları ve çeyrek finale gelebilen Avrupa takımlarının sayısı ise şöyle:

2006: 6 (İtalya, Fransa, Almanya, Portekiz, Ukrayna, İngiltere)
2002: 4 (Almanya, Türkiye, İngiltere, İspanya)
1998: 6 (Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İtalya, Danimarka, Almanya)
1994: 7 (İtalya, İsveç, Bulgaristan, Hollanda, İspanya, Romanya, Almanya)
1990: 6 (Almanya, İtalya, İngiltere, Çekoslovakya, Yugoslavya, İrlanda)
1986: 5 (Almanya, Fransa, Belçika, İngiltere, İspanya)
1982: 7 (İtalya, Almanya, Polonya, Fransa, İngiltere, Sovyetler Birliği, Avusturya)
1978: 5 (Hollanda, İtalya, Almanya, Polonya, Avusturya)
1974: 6 (Almanya, Hollanda, Polonya, Doğu Almanya, İsveç, Yugoslavya)
1970: 4 (İtalya, Almanya, İngiltere, Sovyetler Birliği)
1966: 5 (İngiltere, Almanya, Portekiz, Sovyetler Birliği, Macaristan)
1962: 6 (Çekoslovakya, Yugoslavya, Macaristan, Almanya, İngiltere, Sovyetler Birliği)
1958: 7 (İsveç, Almanya, Fransa, Galler, Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Kuzey İrlanda)
1954: 6 (Almanya, Macaristan, Avusturya, Yugoslavya, İsviçre, İngiltere)
1950: 5 (İsveç, İspanya, Yugoslavya, İngiltere, İtalya)
1938: 6 (İtalya, Macaristan, İsveç, Fransa, İsviçre, Çekoslovakya)
1934: 8 (İtalya, Çekoslovakya, Almanya, Avusturya, İspanya, İsviçre, İsveç, Macaristan)
1930: 2 (Yugoslavya, Romanya)

Not: Gruplardan doğrudan yarı finallere geçilen kupalarda grup ikincileri çeyrek finalist olarak kabul edilmiştir.

Bu arada istatistikleri incelerken Almanya'nın futbolda istikrarın ne demek olduğunu göstediği de ortaya çıkıyor. Son 14 dünya kupasında çeyrek finale gelmeyi başarabilmişler. Bakalım İngiltere'yi eleyip üst üste 15. kez çeyrek finale adlarını yazdırabilecekler mi?

20 Haziran 2010 Pazar

Roberto Baggio

Uzun zaman önce ekşi sözlüğe yazmıştım bu yazıyı. Blogda da olsun istedim.

Adamakıllı izlediği ilk dünya kupası ABD 94 olan çocuklara futbolu sevdiren adam. Futbol tarihinde hiçbir kaçan penaltı onunki kadar ünlü olmadı, bundan sonra da olacağını sanmam. Oysa o penaltı gol de olsa Brezilya, son penaltısını gole çevirmesi halinde yine kupayı alan taraf olacaktı. Ama bu ayrıntılar unutuldu. Akıllarda Baggio'nun iki eli belinde, başı önde fotoğrafı kaldı. Uzun lafın kısası o penaltıyı unutulmaz kılan, İtalya'yı tek başına finale taşıyan adam tarafından kaçırılmasıydı. Çok büyük bir ustaydı Roberto Baggio, futbol tarihinin en karizmatik futbolcularındandı.

23 Mayıs 2010 Pazar

Semi Pro

Semi Pro son zamanlarda izlediğim en eğlenceli filmlerden biri. Bunda Jackie Moon rolüyle Will Ferrel'ın katkısı çok büyük. Filmden zaman zaman Big Lebowski, zaman zaman da That 70s Show tadı almak mümkün. Eğer siz de benim gibi basketbolu ve 70'leri seviyorsanız mutlaka izleyin derim.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Ağzı Olan Konuştu

Türk futbolunda nefret tohumlarının en yoğun olduğu sezon geride kaldı. Fenerbahçeliler, Türkiye'nin %50'si olmadığından çoğunluğun sevindiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki şimdi Bursaspor şampiyon oldu diye Fenerbahçe'nin şampiyon olabileceği korkusuyla ağzı olanın konuştuğu son 10 haftada söylenenleri unutup kafamızı kuma mı gömeceğiz.

Sırasıyla Leo Franco (Fenerbahçe'nin şampiyon olabileceği korkusuyla insanların gözleri ne kadar döndüyse artık Galatasaray Fenerbahçe maçı için bile şike iddiasında bulunabildiler), Murat Şahin, Ivesa ve Serkan Kırıntılı şike yapmakla itham edildi. Merak ediyorum Bursaspor Beşiktaş maçında İbrahim Toraman'ın yaptıklarını herhangi bir Trabzonspor'lu futbolcu yapsa ve Fenerbahçe şampiyon olsaydı bu hastalıklı beyinler daha ne senaryolar üretirdi. Ama tam tersi olduğunda hiçbirinin gıkı çıkmadı.

Beşiktaş'ın mevcut kadrosundaki Fenerbahçe ağlarını en çok havalandıran adam, Alex'in arkadaşı olduğu için bilerek penaltı kaçırmakla suçlandı bu ülkede. Bu kadar saçma bir iddiaya cevap verdiğim için kendime gülüyorum ama yine de söylemeden geçemeyeceğim. Hadi diyelim ki haklısın bir adam bir penaltıyı bilerek kaçıracak olsa kaleye vurmaz, auta vurur. Ya Volkan diğer köşeye uçsa. Olsun Türkiye'de komplo teorisi üretip, insanları lekelemek için mantık süzgecine gerek yok ne de olsa.

Bir başkan kendi takımı şampiyonluk yarışının dışında kaldıktan sonra ligin şaibeli olduğundan bahsetmeye başladı. Oysa takımı şampiyonluk yarışında kalsaydı tertemiz olacaktı o lig. Ama bu başkanı kurtaran da Fenebahçe oldu sonuçta. Transferde rüya takım kurduk deyip de ligde şampiyonun 11 ezeli rakibinin 10 puan gerisinde kalan Türkiye Kupası'na çeyrek finalde veda eden, ezeli rakibine ligde her iki maçta da yenilen, sezonu çeşitli branşlarda 18 Fenerbahçe mağlubiyetiyle kapatan Adnan Polat'ın Galatasaray'ı başarısızlıklarla dolu sezonu eleştiri almadan kapatmayı başardı.

En güzeli de şuydu Fenerbahçe Trabzon'la anlaştı. Kupayı Trabzon, şampiyonluğu da Fenerbahçe alacak. Ulan 27 senedir kupayı alamayan takım niye kupayı vermek için anlaşma yapsın. Ama tabi zamanında Fenerbahçe'ye karşı Papermoon'da kupayı ve ligi paylaşanlar bu iddiayı ortaya atarken pek de zorlanmadılar.

Sonuçta hastalıklı beyinlerin ürettikleri komplo teorilerini dinledik haftalarca ve işin sonuna geldiğimizde bu teorileri üretenler istediklerini aldıkları için hiçbiri yaşanmamış gibi davranıyoruz. Biz böyle yapmaya devam ettikçe bu adamlar her yıl yeni komplo teorileri ile karşımıza çıkacak ve ektikleri nefret tohumları dönüp birgün bugün onları destekleyen takımları da hedef alacak. Kimse kusura bakmasın ama bu hastalıklı beyinlerden futbolumuzu temizlemedikçe Türk futbolundan bir bok olmaz.

Son paragrafı da şampiyona ayıralım. Bursaspor'u eskiden beri hiç sevmem ancak yaptıkları iş çok büyük. Her türlü takdiri hak ediyorlar. 3-4 maçla sezonu kurtarmak için hedefimiz Türkiye Kupası diyen Anadolu takımlarına ne kadar gıcık oluyorsam şampiyonluğa oynayan Anadolu takımlarına da o kadar saygı duyarım. Şampiyonluğa oynamakla kalmayıp şampiyon olan takıma ise ancak şapka çıkarılır. Kamuoyu Fenerbahçe'nin şampiyonluğu son maçta kaçırmasıyla meşgul olduğu için Bursaspor'un ne kadar büyük bir iş yaptığının henüz kimse farkında değil. Zamanla bunun önemi daha iyi anlaşılacaktır diye düşünüyorum. Tebrikler Bursaspor.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Hoşgeldin Diana


Fazla söze gerek yok. Bayan basketbolunda Dünya'nn 1 numaralı ismi Fenerbahçe'de. Bayan voleybolunda sırtında çubuklu forma ile Gamova'yı izleyen bu gözler şimdi de basketbol maçlarında Taurasi'yi izleyecek. Fenerbahçe'ye gelenin kim olduğunu merak edenler aşağıya göz gezdirsin. Unutmadan orda eksik kalmış 2 de Olimpiyat Şampiyonluğu var kendisinin. Bu arada fotoğrafta sol attaki WNBA logosuna dikkat.

9 Mayıs 2010 Pazar

Yakışır Sana

Bucaspor güzel İzmir'imin 7 yıllık Süper Lig hasretine son verdi. Helal olsun Bucaspor. Ben artık İzmir'de değilim ama haftasonu İzmir yolculuklarından birinde tribünde yer alıp hem İzmir'de Süper Lig maçı izleme özlemimi dindirmek hem de sizi desteklemek boynumun borcu olsun. Darısı play-off'larda Altay'ın başına...

Fotoğraf : Bucapor resmi sitesi.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Nefret Kültürü

Belki bu yazı blog tarihinin en taraflı yazısı olacak ama somut örnekler vereceğimden de kimsenin şüphesi olmasın. Dün akşamdan bu yana göz gezdirdiğim birçok sanal platformda (özellikle de hem yazdığım hem de fırsat buldukça okuduğum ekşi sözlükte) Fernerbahçe'ye, taraftarına, başkanına, yönetimine, futbolcusuna inanılmaz saldırılar ve suçlamalar okuyorum. Ezik, çirkef, futboldan anlamayan gibi tabirler kullanılıyor ki bunların tamamı alınan mağlubiyetin yarattığı hazımsızlığın sonucu.

İşin garibi (aslında pek de garip değil yıllardır alışılagelmiş bir durum bu) maçın taraflarından biri olmayan Galatasaray taraftarının da en az Beşiktaş taraftarı kadar saldırgan bir tutum sergilemesi. Kimse kusura bakmasın ama bu öfke, nefret ve saldırgan tutumun ardındaki en önemli sebep Fenerbahçe'nin son 21 maçta 16 kez yenerek ezeli rakiplerine karşı ezici bir üstünlük kurması. Amatör branşlarda rakiplerinin açık ara önünde olması da ciddi bir rahatsızlık yaratmaya başladı belli bir kesimde.

Dün bir kez daha gördüm ki Fenerbahçe'yi diğer büyük takımlardan ayıran en önemli özellikler hiçbir zaman hiçbir takımla ittifak kurma gereği duymaması ve taraftarlarının başka takımlara olan nefretinin hiçbir zaman Fenerbahçe sevgisinin önüne geçmemesi. Bunun özellikle altını çizmek gerek. Etrafta o kadar garip taraftarlar var ki adamlar Beşiktaşlı ya da Galatasaraylı değil Antifenerli. Bu nasıl bir taraftarlık anlamak mümkün değil. Fenerbahçe'nin en sevdiğim özelliklerinden biri de her zaman kendi göbeğini kendi kesmesi. Başka takımların attığı gollerle şampiyon olmamıştır Fenerbahçe (Şampiyonluk yolundaki rakibine her 2 maçta da yenilip ondan sonra Denizli'den gelen gol haberiyle şampiyonluk turu atmamıştır). Hep kendi işini kendi görmüştür. 95/96 sezonunda şampiyon olurken şampiyonluk yolundaki rakibi Trabzonspor'u ligin son haftalarında deplasmanda 2-1 yenerek liderliği almış ardından da şampiyon olmuştur. 2000/2001 sezonunda şampiyonluk yolundaki rakibi Galatasaray'ı evinde 2-1 yenerek liderliği almış ve ardından şampiyon olmuştur. 2003/2004 sezonunda şampiyonluk yolundaki rakibi Beşiktaş'ı deplasmanda 3-0 yenerek şampiyonluğa yürümüştür. 2004/2005 sezonunda şampiyonluk yolundaki rakibi Galatasaray'ı evinde 1-0 yenerek o maçta şampiyonluk turu atmıştır. 2005/2006 sezonunda şampiyonluk yolundaki rakibi Galatasaray'ı her 2 maçta da yenmesine rağmen (sezonun 2. yarsındaki maçı 4-0 kazanırken 3 topu da direkten dönmüştür) şampiyonluğu verdi. 2006/2007 sezonunda şampiyonluk yolundaki tüm rakiplerini yenmiş derbi maçlarda yenilgi yüzü görmemiştir. Eğer ortada bir çirkeflik varsa o da her şampiyonluğunu şampiyonluk yolundaki rakibini yenerek alan bu takımın şampiyonluklarına dil uzatmaktır.

11 Nisan 2010 Pazar

Sarı Melekler

Bu akşam bayanlar voleybolda Türkiye Kupası finalinin ilk ayağı oynandı. Ben de hem olimpik bir sporda Şampiyonlar Ligi seviyesinde final oynayan ilk Türk takımı Fenerbahçe Acıbadem'e teşekkür etmek hem de sıkı bir Fenerbahçe taraftarı olarak gönül verdiğim takımı bu zorlu final mücadelesinde yalnız bırakmamak için tribündeki yerimi aldım.

Kapasitesi çok da fazla olmayan Burhan Felek Spor Salonu'nun (TVF 50. Yıl Spor Salonu) tribünleri maçın başlamasına kısa bir süre kala doldu. Sarı Melekler maça oldukça iyi başlayıp ilk 2 seti çok rahat kazandı. Herkes 3. sette de benzer bir tablo beklerken Neslihan'ın etkili oyunuyla toparlanan Vakıfbank Güneş Sigorta Avrupa 2.si Fenerbahçe Acıbadem karşısında üst üste 3 set alarak maçı 3-2 kazandı. Bu maç Sarı Melekler'e play off öncesi önemli bir uyarı oldu. Umarım Çarşamba akşamı oynanacak olan maçta bu skor telafi edilir ve Sarı Melekler sezonun ilk kupasını alır.

Ful Yaprakları

Devlet tiyatrolarında 5 yıldır sahnelenmekte olan bir oyun Ful Yaprakları. Bense oyunu ancak dün akşam İstiklal Caddesi'ndeki Küçük Sahne'de izleyebildim. Küçük Sahne adı gibi gerçekten oldukça küçük bir tiyatro salonu. Bu yüzden yerinizin kötü olması gibi bir durum pek söz konusu değil. Kenarda kalmak ya da çok arkada kalmak gibi bir derdiniz yok ama koltukların arası dar ve tahta koltuklar pek de rahat değil. Ancak bu bu durum sahnenin nostaljik havasını kaybetmemesini sağladığı için beni pek rahatsız etmedi.

Oyuna gelecek olursak, Civan Canova'nın kaleminden çıkan olağanüstü diyaloglar ve Musa Uzunlar'ın son derece başarılı oyunculuğu izleyiciye hem keyif veriyor hem de derin düşüncelere sürüklüyor. Kadın erkek ilişkilerinden, anne baba ile ilişkilere; aşktan, günahlar ve Tanrı'ya birçok konu hakkında normların dışında lafları cesurca söylüyor oyun. İzleyiciye de benzer sorular sorduruyor.

Oyunda Musa Uzunlar'ın canlandırdığı Richard karakteri "hoşumuza giden bedenlerin içine hayalimizdeki ruhu yerleştirip adına da aşk diyoruz" gibi bir cümle kuruyor. Bugüne kadar aşk üzerine sayısız şarkı yapıldı, sinema filmi çekildi, tiyatro oyunu sahnelendi. Ancak aşkın bu kadar güzel tanımlandığı bir eser hatırlamıyorum açıkçası.

Son söz olarak da ne yapın edin, gösterimden kalkmadan önce bu oyunu izleyin derim.

4 Nisan 2010 Pazar

Müzekart

2 hafta önce İzmir'den gelen bir arkadaşımı Sultanahmet'e götürdüm. Sultanahmet Camii, Yerebatan Sarnıcı, Topkapı Sarayı, Dikilitaş, Ayasofya, İstanbul Arkeoloji Müzesi gibi çok sayıda tarihi değerin iç içe olduğu bir yerde gezme keyfini ben de bir kez daha yaşamış oldum. Topkapı Sarayı'na girişte giriş ücretinin 20 TL olduğunu, aynı parayla bir müzekart alıp çok sayıda tarihi yeri 1 yıl boyunca gezebileceğimi öğrenince karar vermek çok zor olmadı. Sıra bana geldiğinde müzekartım 2 dakika içinde hazırdı.

Müzekart güzel bir uygulama. Müzekartla gezilebilen başlıca müze ve örenyerleri şunlar : Ankara Etnoğrafya Müzesi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi (Ankara), Antalya Müzesi, Aspendos (Antalya), Ayasofya Müzesi (İstanbul), Sualtı Arkeoloji Müzesi (Bodrum), Boğazköy, II. TBMM (Ankara), Efes, Hierapolis, İstanbul Arkeoloji Müzeleri, İshak Paşa Sarayı (Ağrı), Mevlana Müzesi (Konya), Kapadokya, Mardin Müzesi, Noel Baba Müzesi, Topkapı Sarayı, Truva Antik Kenti. İlk etapta göze çarpan eksikler Dolmabahçe Sarayı ve Yerebatan Sarnıcı. Bunun nedeni de farklı müze ve sarayların farklı kurumlara bağlı olması. Bunlar tek bi çatı altında birleştirilirse müzekart da daha işlevsel bir hale gelir ve daha çok kişi müzekart sahibi olur diye düşünüyorum.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Fenerbahçe Acıbadem

Olimpik bir takım sporunda Şampiyonlar Ligi seviyesinde final oynayan ilk Türk takımı olmayı başaran Fenerbahçe Acıbadem için ne söylesek az. Bu takımın bu sezon ne Türkiye'de ne de Avrupa'da bileğini bükebilen olmadı. Şu anda o kadar heyecanlı, mutlu ve gururluyum ki çok fazla bir şey yazamıyorum. Umarım yarın sarı melekler Türk spor tarihinin ilk Şampiyonlar Ligi kupasını kazanır.

Medya Maymunları

Çarşamba akşamı iş çıkışı Nişantaşı'ndaki Rüştü Uzel sahnesinde şirketten arkadaşlarla birlikte izledim oyunu. Öncelikle salonun çok garip olduğunu söylemem lazım. Normalde sinema ya da tiyatro salonlarında arkadaki koltuklar öndekilere göre daha yüksekte olur ve böylece arkadaki seyirci de sahneyi daha rahat görür. Tabi şanssızsanız (Ben bayan yanı istedim, kaya arkası vermişler) bu durumda bile sahneyi rahat göremeyebilirsiniz. Burada ise tam tersi bir durum vardı. Öndeki koltuklar arkadakilere göre daha yüksekteydi. Hangi amaçla yapılmış bilemiyorum ama biz çözemedik.

Oyuna gelecek olursak mesaj verme çabası oyunun önüne geçmiş. Bir sinema filminde ya da tiyato oyununda verilmek istenen mesaj eserin önüne geçince o film ya da oyun bir sanat eseri olmaktan çıkıp bir nasihata dönüşüyor ki bu da izleyici sıkmaktan başka bi şeye yaramıyor. Hele bir de iş günü olunca bu sıkıcılık izleyicilerden bazılarının göz kapaklarına hakim olamamalarına neden oldu. Açıkçası ben de oyunu hiç beğenmedim. Oyundan aklımda kalan iki şey Somer Karvan'ın rolündeki başarısı ve Ece Uslu'nun hala çok güzel olduğu...

29 Mart 2010 Pazartesi

Derbinin Ardından

Maçtan önce Lugano'nun dönüşüyle yeniden düzene giren ve 4 maçtır kalesini gole kapatan Fenerbahçe savunmasından bahsetmiştik. Dün akşam orta saha da takım savunmasına önceki maçlara göre çok daha fazla katkı yapınca Fenerbahçe oyunda sağladığı üstünlüğü skora da yansıtarak çok kritik bir galibiyet aldı.

Galatasaray tarafında ise hücum bölgesine yapılan transferlerle dikkatlerden kaçan orta saha zaafiyeti dün akşam bir kez daha ortaya çıktı. Alınan sonuç ise hem takımın hem taraftarın şampiyonluğa olan inancını yok denecek kadar azalttı.

Sonuç olarak çok keyifli bir şampiyonluk yarışı bizi bekliyor.

28 Mart 2010 Pazar

Derbi Zamanı

Derbinin başlamasına çok kısa bir süre kala hepimizin heyecanı en üst seviyeye ulaştı. Bursa'nın yenilgisiyle daha da önemli hale gelen bu büyük maç öncesi gönül verdiğim ve son 2 lig maçını tribünden izlediğim Fenerbahçe ile ilgili ne çok umutlu ne de çok umutsuzum. Hücum zenginliği açısından oynanan futbolun yalnız beni değil hiçbir Fenerbahçe taraftarını tatmin etmediği kesin. Ancak Lugano'nun dönüşüyle birlikte son 4 maçta kalesini gole kapatan Fenerbahçe'de savunma düzenin yeniden oturmaya başladığı gerçeğini de es geçmemek lazım. Derbilerde Galatasaray'a karşı kurulan psikolojik üstünlük avantaj, maçın Ali Sami Yen'de olması da bir dezavantaj olarak görülürse şanslar birbirine çok yakın. Güzel bir maç olması dileğiyle...

Not: Fotoğraf Fenerbahçe'nin ligde oynadığı son karşılaşma olan Gaziantepspor maçından.

27 Mart 2010 Cumartesi

Eyyvah Eyvah

Olmuş bu film. Hem de çok güzel olmuş. Reklamını kendisi yapan filmleri severim. Eyyvah Eyvah da böyle bir film oldu. Filme gidenler ne kadar eğlendiklerini anlattıkça filmi görmek isteyenlerin sayısı arttı.

Ben de dün akşam Kanyon'da izledim filmi. Filme daha önceden gidenlerden aldığım duyumlar beklentilerimi yükseltmişti ama yüksek beklentilerle gitmeme rağmen hayal kırıklığına uğramadım. İlk sahneden itibaren doğallığıyla insanı içine çeken bir film Eyyvah Eyvah. Doğasına, şivesine ve denizine hayran bıraktıran Kuzey Ege sahneleri insanı mest ediyor. Hele fonda da yıllardır artık makara falan değil de ciddi ciddi bir albüm çıkarmasını istediğim Ata Demirer'in sesi olunca. Tabi burada rolü çok uzun olmasa da Salih Kalyon ustanın performansını da es geçmemek lazım.

İstanbul sahnelerine geçtiğimizde ise bu kez eğlencenin dozu bir kat daha artıyor. İzleyici gülmekten yerlere yatıran bir dolu sahne var burada. Bunda hem Demet Akbağ'ın hem de Ata Demirer'in iyi bildikleri işi yapmalarının da etkisi var bence. Demet Akbağ yıllarca Bir Demet Tiyatro'da canlandırdığı Züleyha'nın bi benzerini, Ata Demirer ise tek kişilik gösterilerinde sık sık canlandırdığı Kuzey Ege'li karakteri canlandırıyor. Bu karaktere hafif dozda bir Niyazi Gül de eklemiş hatta. İyi de yapmış.

Son olarak hala gitmemiş olanlara bol bol gülecekleri keyifli ve eğlenceli bir 2 saat geçirmeleri için Eyyvah Eyvah'ı şiddetle tavsiye ederim.

13 Mart 2010 Cumartesi

Rita'nın Şarkısı


2 hafta kadar önce Devlet Tiyatroları'nın Cevahir Alışveriş Merkezi'ndeki sahnesinde şirketten kalabalık bir grupla birlikte izledik oyunu. Benim Rita'nın Şarkısı'na gitme nedenim Çetin Tekindor'u tiyatro sahnesinde kanlı canlı izleme fırsatını kaçırmamaktı. Ancak oyunu izledikten sonra Tülay Günal'ın performansına da en az Çetin Tekindor kadar hayran kaldım.


Yorucu bir iş gününün sonunda yalnızca 2 kişinin oynadığı ve arayla birlikte neredeyse 3 saat süren bir oyun izleyenleri sıkmamayı becerebiliyorsa başarılıdır bence. Bu başarıda da oyuncuların performansının katkısı büyüktür. Oyunun süresinin uzun olması Tülay Günal'ın canlandırdığı Rita karakterinin geçirdiği değişimin yapay olmasını engelliyor ve bu değişimi çok daha gerçekçi kılıyor. Aynı zamanda seyircinin de bu geçişi sindirmesini sağlıyor.

Son olarak her iki oyuncun da yüreklerine sağlık demek lazım. Müthiş bir uyum yakalamışlar gerçekten.

12 Mart 2010 Cuma

Özlemişim Mabedi


Geçen Pazar uzun bir aradan sonra çok sevdiğim, gönül verdiğim takımımı stadyumda izledim. Oyun olarak ortaya konan pek birşey olmasa da Saraçoğlu'nu ve atmosferi o kadar özlemişim ki benim için çok güzel bir Pazar akşamı oldu. Tabi bunda her ne kadar sahada beklediğimiz futbolu görememiş de olsak aldığımız 3 puanın da etkisi vardı.








Blog Widget by LinkWithin