7 Aralık 2008 Pazar

Mesut Ol Sen

Sözleri Fecri Ebcioğlu'na müziği Tony Osborne'a ait eski bir şarkı. Hayatımda ilk kez Hatırla Sevgili'nin 19. bölümünü izlerken dinleme şansını yakaladım bu şarkıyı. Malum sahnede Okan Yalabık'ın canlandırdığı Necdet karakteri Yasemin'in Ahmet'le birlikte Kıbrısçık'a gideceğini biliyordur. Sabah uyanır evde çıt yoktur. Rüya'nın odasına girdiği anda fonda İzmir aşığı Dario Moreno'nun sesinden "Mesut Ol Sen" çalmaya başlar. Kızının oyuncaklarını öpüp koklayarak ağlayan Necdet'in hıçkırıkları şarkının ezgilerine karışır. Evin içinde bitip tükenmiş bir halde dolaşırken şarkı da yavaş yavaş sona erer. Tam da bu sırada kahvaltı sofrasını görür. Daha şaşkınlığını üzerinden atamamıştır ki içeriden Rüya'yı canlandıran şirinlik muskasının sesi duyulur : "Baba, babacığım..". İşte tam bu anda Okan Yalabık'ın oyunculuğu herşeyini kaybettiğini zanneden bir adamın aslında hala sevdiklerine sahip olduğunu anlaması duygusunu izleyiciye sonuna kadar hissettirir. Bu sahne tekrar tekrar izlenir ve her seferinde Dario Moreno'nun müthiş sesine ve Okan Yalabık'ın kusursuz oyunculuğuna şapka çıkarılır.

6 Aralık 2008 Cumartesi

EURO 2004

4 Dünya Kupası 4 de Avrupa Şampiyonası takip etmiş biri olarak söylemeliyim ki EURO 2004 bunlar içinde açık ara en zevksiz turnuvaydı. Oysa ne güzel başlamıştı herşey. Daha eleme maçları oynanırken muhtemelen 2002'de elde etmiş olduğumuz başarının da gazıyla rüyamda Avrupa Şampiyonu olduğumuzu görmüştüm. 2003 yazında genç oyuncularımızın Konfederasyon Kupası'ndaki performansını görünce umutlarım iyice artmıştı. Ama rüyalar tersine çıkar diye boşuna dememişler. Daha spor gazetelerimizin attıktarı "Çek bir Letonya" manşetlerinin mürekkebi kurumamıştı ki bir anda kendimizi Avrupa Şampiyonası'nın dışında buluverdik. Rüyam tersine çıktı diye üzülüyordum ama bir rüyanın en fazla ne kadar tersine çıkabileceğini görmem için 4 Temmuz 2004'ü beklemem gerekiyordu.
EURO 2004 tarihte açılış maçı ile final maçı aynı takımlar arasında oynanan ilk büyük turnuvaydı. Ancak ne bu iki maç ne de aralarında oynanan 29 maç izleyenlere keyif vermedi. Defansif anlayışın dünya futbolunda zirve yaptığı yıldı 2004. Diğer büyük turnuvaların aksine akılda kalan hiçbir maç olmamıştı. Benim de aklımda hiçbir maç kalmadı ama bir anı kaldı. Çeyrek final maçları başlamadan önce arkadaşlarla toplanmış oturuyorduk. Maçlardan konuşuyorduk. O sırada benim "Abi bütün takımların gücü birbirine yakın. Yunanistan dışındaki 7 takımın da şampiyonluk şansı var" şeklinde talihsiz bir beyanatım oldu. Be kardeşim göt olunur da böyle mi olunur. Hala hatırladıkça gülerim. Kısacası hem sıkıcı hem de hayal kırıklıklarıyla dolu bir turnuva olmuştu benim için. Ama yine de futboldu sonuçta, gönül verdiğimizdi, o yıl az meyve vermiş olsa da meyvesi goldü. Bunlar da en güzel 10 golü EURO 2004'ün (Tabi bana göre).


5 Aralık 2008 Cuma

2002 Dünya Kupası

1994 ve 1998 Dünya Kupaları’nı takip etmiş ve 4 yılda bir yaşanan bu keyfi özlemle bekleyen biri olarak 2002 Dünya Kupası’nın gönlümdeki yeri ayrıydı. İlk kez ülkemin milli takımını bir Dünya Kupası’nda izleyecektim. 16 Haziran 2002’de ÖSS’ye girecek olamama rağmen hazırlıklar benim için 31 Mayıs 2002’de sona ermişti. Çünkü o gün Dünya Kupası başlıyordu.

Turnuva ilk kez Amerika ya da Avrupa kıtalarının dışında bir yerde düzenleniyordu. Bir başka ilk de turnuvayı iki ülkenin birlikte düzenlemesiydi. Bu sayede maçlar her biri son teknoloji ürünü tam 20 ayrı stadyumda oynanacaktı. Ayrıca takımlar ilk kez organizasyona 22 yerine 23 kişilik kadrolarla katılıyorlardı. Kadroya 23. kişi olarak takımların 3. kalecileri eklenmişti. Son Dünya Şampiyonu’nun, turnuvaya eleme oynamadan doğrudan katılması kuralı ise son kez uygulanıyordu. Bu kontenjandan yararlanan son takım 1998’in şampiyonu Fransa olmuştu. Ancak eleme oynamadan alınan bu bilet Fransa’ya pek yaramadı. Bir gol bile atamadan elenerek Dünya Kupaları tarihinin en kötü son şampiyon performansını sergilediler. Açılış maçında Fransa’yı 1-0 yenerek tüm dünyayı şaşırtan Senegal ise Ekvator, Slovenya ve Çin ile birlikte turnuvaya ilk kez katılan 4 takımdan biriydi. Turnuva başlamadan önce Dünya Sıralaması’nda 79. sırada bulunan Senegal’in çeyrek final oynayacağını kim tahmin edebilirdi.

İlk kez katılan diğer üç takım ise grup sonunculuğunda kalmışlardı. Bu başarısızlığa rağmen Çin’in antrenörü Bora Militunovic üst üste 5. kez hem de 5 farklı takımla (1986 Meksika, 1990 Kosta Rika, 1994 A.B.D., 1998 Nijerya, 2002 Çin) Dünya Kupasına katılmanın gururunu yaşıyordu.
Arjantin, Nijerya, İngiltere ve İsveç’in bulunduğu F grubu ölüm grubu olarak adlandırılmıştı. Güney Amerika elemelerini ilk sırada tamamlayıp turnuvaya favorilerden biri olarak gelen Arjantin, ölüm grubundan çıkamayarak taraftarlarını hayal kırıklığına uğratmıştı. Ancak turnuva sona erdiğinde asıl ölüm grubu F grubu değil de Brezilya ve Türkiye’nin yer aldığı C grubu gibi görünüyordu. Çünkü bu takımlardan biri Dünya Şampiyonu diğeri de Dünya Üçüncüsü olacaktı. Statü izin verseydi belki de finalde karşılaşacaklardı.

Grup maçları sonunda Fransa ve Arjantin’in yanı sıra son Dünya Üçüncüsü Hırvatistan ve maçlara kolsuz formalarla çıkma isteği FIFA tarafından reddedilen son Afrika Şampiyonu Kamerun da kupaya veda etmişti. Bir başka sürpriz de ikinci turda yaşanmıştı. Güney Kore Ahn Jung Hwan’ın attığı altın golle İtalya’yı 2-1 yenmiş, Ahn ise attığı golün bedelini o sezon formasını giydiği İtalyan takımı Perugia’dan kovularak ödemişti.

Çeyrek finalistler belli olduğunda ilginç bir tablo ortaya çıkmıştı. Kupa tarihinde ilk kez çeyrek finalde Avrupa, Güney Amerika, Kuzey Amerika, Asya ve Afrika kıtalarının hepsi birlikte temsil ediliyordu. Turnuvanın ev sahiplerinden Güney Kore İspanya’yı penaltılarla eleyerek kupa tarihinde yarı finale çıkan ilk Asya takımı olmuştu. Senegal ise İlhan Mansız’ın golüyle Türkiye’ye boyun eğmiş ve kupa tarihinde yarı finale çıkan ilk Afrika takımı olma şansını yitirmişti. Brezilya’nın İngiltere’yi 2-1’le geçtiği maç Ronaldinho’nun ilerleyen yıllarda dünya futboluna damgasını vuracağının sinyallerini veriyordu.

Yarı finalde Türkiye’yi 1-0 la geçen Brezilya üst üste 3. kez finale kalarak Almanya’dan (1982-1986-1990) sonra bunu başaran 2. takım oluyordu. Bu durum Brezilya kaptanı Cafu’ya da üst üste 3 Dünya Kupası’nda final maçı oynayan ilk oyuncu olmanın gururunu yaşatacaktı. Evsahibi Güney Kore’yi 1-0’la geçen Almanya da diğer finalist olmuştu. Bu kadar çok sürprizin yaşandığı turnuvada finalistler hiç de sürpriz değildi. 1938’den sonraki tüm kupalarda finalde Brezilya ya da Almanya’dan biri vardı (1978 hariç). İşin ilginç yanı ise daha önce 6’şar kez final oynayan bu iki takımın ilk kez finalde karşılaşacak olmalarıydı. 2002’ye kadar adeta nöbetleşe final oynayan Brezilya ve Almanya ilk kez finalde birbirlerine rakip olmuşlardı.

Final maçından bir gün önce Türkiye ile Güney Kore üçüncülük maçında karşı karşıya geliyordu. Hakan Şükür Türkiye’yi 1-0 öne geçirdiğinde ilk düdüğün üzerinden yalnızca 11 saniye geçmişti. Bu gol Dünya Kupaları tarihinin en erken golü olarak kayıtlara geçti. Türkiye maçı da 3-2 kazanmış ve Dünya Üçüncüsü olmuştu. Böylece EURO 2000’deki 2-0’lık Belçika galibiyetiyle başlayan, burada da 1-0’lık Japonya galibiyetiyle süren “büyük turnuvalarda ev sahibi takımları yenerek kupanın dışına itme” geleneği de devam etmiş oldu. Türkiye bu geleneğini EURO 2008’de İsviçre’yi son dakika golüyle 2-1 yenerek sürdürecek ve ev sahibi takımların korkulu rüyası haline gelecekti.

Dünya kupaları tarihinin en başarılı 2 takımını karşı karşıya getiren finalde Brezilya, Ronaldo’nun golleriyle Almanya’yı 2-0 mağlup edip mutlu sona ulaşırken tüm maçlarını normal süre (90 dakika) içinde kazanarak kupayı alan ilk takım oldu. Brezilya’yı şampiyonluğa taşıyan Ronaldo, Rivaldo, Ronaldinho ve Roberto Carlos dörtlüsü turnuva boyunca otoriteler tarafından 4R olarak isimlendirilmişti ve bu 4 futbolcu da turnuvanın All-Star takımına seçilmeyi başarmıştı. Küçük oğlu onu Roberto Carlos’la karıştırdığı için üçgen şekilli enteresan bir saç traşıyla maçlara çıkan Ronaldo 8 golle gol kralı olurken 1970’ten bu yana 6 gol barajını aşan ilk oyuncu olmayı da başarıyordu.

2009

Bundan önceki yılların aksine ailemle ya da sevdiklerimle birlikte değil de şu anda hiç tanımadığım insanlarla ve henüz neresi olduğunu bilmediğim bir yerde gireceğim yıl. Tabi büyük ihtimalle şu anda hiç tanımadığım bu insanlarla yani asker arkadaşlarımla 31 Aralık 2008 akşamı çoktan can yoldaşı olmuş ve henüz neresi olduğunu bilmediğim o yere de bir şekilde alışmış olacağım. Ancak ne olursa olsun bundan öncekilerden çok farklı bir yılbaşı olacağına şüphe yok. Tabi olur da meslek kurası çeker ve yılbaşını evimde geçirme olanağı yakalarsam bu mesaj kendi kendini imha edecektir.

4 Aralık 2008 Perşembe

inet-tr 2007

inet-tr, Türkiye'de internet konferansıdır. Her yıl düzenlenir ve genelde teknik konulardan çok Türkiye'de ınternet'in sosyal yönü konuşulur. 12.si de tıpkı 1995 yılındaki ilk konferans gibi Bilkent Üniversitesi'nde 8-10 kasım 2007 tarihlerinde düzenlenmiş ve ağırlıklı olarak internette sansür konusu üzerinde durulmuştu. Konferansa teknik bir konuda (Gezgin satıcı probleminin genetik algoritmalarla eniyilemesi ve etkileşimli olarak internet üzerinde görselleştirilmesi) sunum yapmak üzere gelmiş olmamıza rağmen sansür konusundaki sunumları da ilgiyle takip etmiş, özellikle de 5651 numaralı yasanın eleştirildiğini görmüştük. Eleştirilerin ne kadar haklı olduğu ise konferansın ardından geçen birkaç aylık süre içerisinde başta youtube olmak üzere birçok internet sitesinin bu yasa gerekçe gösterilerek defalarca kapatılmasıyla ortaya çıktı.
Bütün bunların yanında konferans uzun bir aradan sonra Ankara'ya gitmemi sağlamıştı. Sunumu birlikte yaptığım dostum Utku'yla ilk günümüzü konferansta geçirdikten sonra, ikinci gün sıkıştırılmış bir Ankara turu yapmaya çalışmıştık. Gezebildiğimiz yerler arasında Kızılay, Anıtkabir, Ulus, Gençlik Parkı, İlk Meclis ve Anadolu Medeniyetleri Müzesi vardı. Ertesi gün İzmir'de KPDS'ye girecek olmamdan dolayı 10 Kasım sabahı, benim için eve dönüş vaktiydi. Hayatımda ilk kez bir 10 Kasım sabahı Ankara'daydım ama otobüse yetişecek olmamdan dolayı Anıtkabir'e gitme şansım yoktu. Kızılay'dan metroya binmiş AŞTİ'ye doğru giderken tam da Anıtkabir'e en yakın istasyon olan Tandoğan'da saatin 9.05 olduğunu farkettim. Sirenlerin çalmaya başlamasıyla birlikte saygı duruşuna geçtiğimde bir 10 Kasım sabahı saat 9'u 5 geçe Ata'ya bu kadar yakın olmanın çok güzel bir duygu olduğunu hissettim ve kendi kendime "En kısa zamanda bir 10 Kasım sabahı 9.05'te Anıtkabir'de olmalı ve bu duyguyu tam anlamıyla yaşamalıyım" diye söz verdim.

Canım Ailem

Dizi, ilk üç bölüm itibariyle "Süper Baba" ve "İkinci Bahar"ın ardından özlemini duyduğumuz o sıcak aile ortamını başarıyla yansıttı. Sanırım bundaki en önemli etkenlerden biri de Meliha rolündeki Şebnem Bozoklu'nun üstün performansı. Uğur Yücel, Ozan Güven, Ezgi Mola ve İlker Aksum gibi isimleri görüp diziyi izlemeye başlayanlar için Şebnem Bozoklu da bonus oldu bir yerde. Sadece "Samim seni öldürürüm" repliğini söyleyişiyle bile ciddi bir hayran kitlesi oluşturduğunu görmek mümkün. Sonuç olarak ben yakında askere gideceğim için takip edemeyecek olsam da "Süper Baba" ve "İkinci Bahar"ı severek izleyenlere bu diziyi de mutlaka takip etmelerini öneririm.

3 Aralık 2008 Çarşamba

The IT Crowd

Zamanında ekşi sözlükte "Doktorun hayatından dizi olur, avukatın hayatından dizi olur, mühendisin hayatından bir bok olmaz" diye bir yazı okumuştum. Bir bilgisayar mühendisi olarak hem çok gülmüş hem de çok doğru bulmuştum. Durum böyle iken bilgisayar mühendislerinin olmasa da bilgi işlem çalışanlarının hayatından bu kadar komik bir dizi çıkarmak takdire şayan. Sanırım İngilizler "Coupling"den sonra bir kez daha bu işi bildiklerini gösterdiler. Yılda 6 bölüm yapıyorlar ama içine 24 bölümlük kahkayı sığdırabiliyorlar. Birçok yerde dizinin, "The Big Bang Theory" ile karşılaştırıldığını gördüm. "The Big Bang Theory"i severek izleyen biri olarak, "IT Crowd"un elimdeki bölümlerini tekrar izledikten sonra söyleyebilirim ki "IT Crowd", "The Big Bang Theory"den çok üstün. Sanırım bunun nedeni bir karakterin öne çıkması yerine tüm karakterlerin kendine has farklı komik taraflarının bulunması. Örneğin ben şirketin sahibi Denholm karakterine üç ana karakterden de fazla gülüyordum. Gülüyordum diyorum çünkü kendisi öldü ama yine de arada bazı bölümlerde görünüyor (Komedi dizinin spoilerı olmaz canım). İzlememiş olanlara önerim bir çırpıda izlemek yerine keyfini çıkara çıkara (Örneğin bir oturuşta en fazla 2 bölüm) izlemeleri. Bir de 2. sezonun ilk bölümünü izlerken kahkaları sırasında düşmeyecekleri bir yere oturmaları.

2 Aralık 2008 Salı

Yedek Subay Sınavı

325. dönem olarak 2 Aralık 2008'de Gaziemir Ulaştırma Okulu ve Eğitim Merkez Komutanlığı'nda girdiğim sınav. Bundan sonra sınava gireceklere kolaylık sağlaması için yaşadıklarımı taze taze yazıyorum. Bir gün önceden Üçyol'dan Gaziemir'e ilk dolmuşun saat 6.15'te kalktığını öğrendiğimden, sabah 6 gibi (ezan okunurken) evden çıktım. 6.10 da dolmuşa bindim, dolmuş daha 6.15 olmadan kalktı. Dolmuştakilerin çoğu da benim gibi Ulaştırma Okuluna sınava gidenlerdi. 12-13 dakikada Gaziemir Tansaş'ın önüne geldi. Burda inip yolun diğer tarafına geçtik ve içeri doğru yürümeye başladık. Tren istasyonun ordaki alt geçitten geçip 5-6 dakika daha dümdüz devam edince kapıdaki kuyruğa ulaştık. İsim yazma, numara alma gibi olaylar yerine düzenli tek sıra bir kuyruk olması sayesinde en ufak bir kaynama dahi yaşanmadı (Sınava daha önce farklı yerlerde girenlerden bu konuda çok şikayet duymuştum. Biz bu açıdan şanslıydık). 6.30 - 8.30 arası nizamiyenin dışında başlayıp içinde kıvrılarak devam eden kuyruğun açık havadaki bölümünde geçti. Her ne kadar İzmir de olsa sabahın erken saatlerinde üşüyenler olabilir, kalın giyinmekte fayda var. 8.30'da iç mekana girdik. Burada bize geçici bir süre işimize yarayacak yaka numaraları verildi. Ayrıca 12. grup (her grup 50 kişi) olduğumuz ve grup halinde hareket edileceğinden birbirimize dikkat etmemiz gerektiği söylendi. Ardından bir tarafı izin diğer tarafı tebellüğ belgesi olan kağıtlardan 3er tane alıp bir grup halinde bir odaya oturtulduk. 5-10 dakikalık bekleyişin ardından daha geniş bir yere geçtik. Burada herkes 1 YTL'ye içinde kurşun kalem, silgi, kalemtraş ve siyah tükenmez bulunan zarflardan aldı (Yanında kalemi olanlar da aldı çünkü bu zarflar gün sonunda tüm belgelerimizin içine konulacağı zarflardı). Zarfları aldıktan sonra masalara geçip izin ve tebellüğ belgelerini söylenen biçimde doldurduk (Aday no hariç, o daha sonra verilecek). Bu işlemden sonra daha geniş bir bekleme salonuna götürüldük. Burada upuzun masaların etrafına 50'şerli gruplar halinde oturduk. Şubeden aldığımız zarflardaki belgeleri boşaltıp yeni aldığımız zarflara koyduk. Sıcak ve rahatça oturabileceğimiz bu ortamda 30-35 dakika kadar dinlenip, sohbet etme fırsatı bulduk. Bizim grubun sırası gelince tekrar ayağa kalkıp sıralandık. Sarı zarfıyla birlikte iaşe bedelini (Benim 8 YTL idi örneğin) almayan var mı ve birinci dereceden yakını şehit olan var mı gibi sorular sordular. Ardından belgelerimizi sırayla bilgisayar başındaki askerlere ve asal görevlilerine kontrol ettirdik. Hemen sonra da asıl aday numaralarımızı aldık. Böylece yakamızdaki geçici numaraları çıkartıp bu yeni numaraları iğneledik. Elimizdeki izin ve tebellüğ belgelerine de bu yeni numarları yazıp, bu belgelerden 1 tanesini oradaki görevlilere teslim ettik. Ardından doktorun önünde sıraya geçtik herkes optik formunda ilgili alana doktorun adını ve rütbesini yazdı. Doktor hızlıca hepsini imzaladı. Daha sonra tekrar sıraya geçtik ve burada balıkadam var mı gibi sorular soruldu. Bunun ardından yeniden açık havaya çıktık ve bizi sınava gireceğimiz yere taşıyacak otobüsü beklemeye başladık. Bu arada fırsattan yararlanıp yiyecek bir şeyler almak isteyenler oldu ama otobüs hemen gelince otobüse bindik ve sınava gireceğimiz yere götürüldük. Biz vardığımızda bizden önceki 2 grup sıralanmış bekliyordu. Çok geçmeden içeridekilerin sınavı bitti ve biz üç grup (150 kişi) olarak sırayla sınav yerine girdik. Optik form ve kimliğimiz dışındaki belgeleri zarfa koyduk. Sınavımız 11.15'te başladı ve 12.15'te tamamlandı. Sorular ne çok kolay ne de çok zordu. Soru kitapçığı üzerinde işlem yapmak yasaktı, işlemler için küçük bir kağıt vardı. Sınavın ardından optik formlarımızı sırayla teslim ettik ve sıra son işlemlere geldi. Önce herkes zarfının üztüne adını, soyadını ve aday numarasını yazdı, daha sonra da izin ve tebellüğ belgelerinden birini cebine ya da cüzdanına koydu. Bu işlemlerin ardından sarı zarfımızdan çıkan zımbalanmış evraklardan dil belgesi, lisans ve yüksek lisans diploması gibi belgelerin birer kopyasını ayırmamız istendi. Ayırdığımız belgelerin üstüne kırmızı kalemle aday numaramızı yazdık. Görevli subaylar belgeleri son kez kontrol etti ayırdığımız belgeler onlarda kaldı, diğerleri zarfa kondu. Zarfın ağzı kapatıldı ve bantlandı. 15 dakika kadar bir bekleyişin ardından gelen otobüs bizi sınava girdiğimiz yerden alıp nizamiyenin dışına bıraktı. Böylece saat 13.10 gibi tüm işlemlerimiz bitmiş oldu. İçeride bulunan asker ve subayların tavırları son derece iyiydi. Ayrıca kaynamalara olanak tanımayacak bir sistemin oturtulması da sevindiriciydi. Böylece kimse kimsenin hakkını yememiş oldu.
Bunlarda sıkça sorulan soruların cevapları
  • Uzun saç ya da sakala kimse karışmıyor.
  • Cep telefonu getirebilirsiniz ama içeriye girerken bataryasını ayırmanız isteniyor.
  • Sigara içenlere açık alanlarda pek karışan olmadı.
  • Kalem, silgi getirmeye gerek yok. Almak zorunda olduğunuz zarfın içinde hepsi var.
  • Yiyecek, içecek birşeyler almakta fayda var. İşiniz erken bitmezse ve içeride yiyecek içecek alma fırsatınız olmazsa sorun yaşayabilirsiniz.
  • Bence sınava ilk gün girmeyin. İlk gün girenler içeride bizden çok daha fazla kalmış.
  • Ya bir arkadaşınızla gidin ya da aynı grupta bulunduğunuz kişilerle bol bol muhabbet edin. Başka türlü vakit geçmez.
Blog Widget by LinkWithin