30 Kasım 2008 Pazar

Phone Booth

1996'da NYU öğrencilerinin çektiği "The End of the Line" adlı kısa film Hollywood yapımcılarının çok hoşuna gitmiş olacak ki bunu uzun metraj yapalım demişler. Kısa filmi lastik gibi çekerek uzatmaya çalışınca da ortaya orjinal bir konudan 77 dakikalık vasat bir film çıkmış. Tek mekanda uzun metraj film yapmanın ne kadar zor olduğunu anlamışlardır umarım. Anlamamışlarsa "12 Angry Men"i bir kez daha izlemelerini öneriyorum.
Bunlar da filmle ilgili imdb kaynaklı bazı hoş bilgiler :
  • Filmin 15 Kasım 2002'de gösterime girmesi planlanıyormuş, ancak Maryland, Virginia ve Washington D.C.'deki Sniper saldırıları yüzünden filmin gösterime gireceği tarih ertelenmiş.
  • Filmdeki mekan New york olarak belirtilmesine rağmen çekimler Los Angeles'da gerçekleşmiş.
  • Filmde fuck kelimesi 143 kez kullanılmış (Neredeyse 30 saniyede 1).
  • Colin Farrel'ın itiraf sahnesi bir seferde çekilmiş.

The Dark Knight

Film gayet güzel. Çok büyük beklentiyle izlememe rağmen hayal kırıklığına uğramadım. Heath Ledger'ın film gösterime girmeden hayatını kaybetmesi filme ilgiyi arttırmış olabilir belki ama bu, Heath Ledger'ın Joker rolünde son derece başarılı bir performans sergilediği gerçeğini değiştirmez. Hatta Joker karakterinin filmde Batman'in önüne geçtiğini bile söyleyebiliriz. Filmin imdb top 250 listesindeki yerine gelecek olursak, şu anda bulunduğu konumu hak edip etmediğini zaman gösterecek. Filmin üzerinden birkaç yıl geçmeden kesin bir yargıya varmak doğru olmaz diye düşünüyorum.
Bunlar da filmle ilgili imdb kaynaklı bazı hoş bilgiler :
  • Film adında "Batman" geçmeyen ilk Batman uyarlaması
  • Christopher Nolan Joker rolü için Heath Ledger'ı seçmesinin nedenini onun korkusuz olması olarak açıklamış.
  • İlk filmde Rachel Dawes karakterini canlandıran Katie Holmes bu kez rolü reddedip, Mad Money'de oynamayı tercih etmiş.
  • Filmin başlarında Gordon'un, Dent'in ofisinde olduğu sahnede görülen üzerinde "Kaiser Soze" yazılı kutu ile "Usual Suspects"e gönderme yapılmış.
  • Heath Ledger, Joker karakterinin psikolojosine girebilmek için kendini dış dünyadan soyutlayıp 6 hafta bir motel odasında kalmış (Filmdeki performansını görünce bu çalışmanın işe yaradığını rahatlıkla söyleyebiliriz)
  • Filmdeki patlama sahnesi Londra'da çekilmiş ve alevleri gören bazı kişiler terörist bir saldırı olduğunu düşünüp polisi aramışlar.
  • Film şu anda açılış haftasında en çok gişe hasılatı yapma ve ilk gününde en çok yerde gösterime girme rekorlarını elinde bulunduruyor.
  • Gösterime girdikten 2 gün sonra imdb'de ilk sıraya yükselen ilk film.
  • Heath Ledger sorgulama sahnesinde rolün gerektirdiği ruh haline bürünebilmek için Christian Bale'den kendisine olabildiğince sert vurmasını istemiş.
  • Film Empire dergisi tarafından Eylül 2008'de oluşturulan "Tüm Zamanların En İyi 500 Filmi" listesinde 15. sırada yer almış.
  • Batman şehri filme dava açmış (Maalesef imdb'de bu bilgi de var, ağlasak mı gülsek mi bilemedim).

28 Kasım 2008 Cuma

Osmanlı Cumhuriyeti

Baştan söyleyim filmi beğendim. Ana fikir ve bu fikir üzerinden verilmek istenen mesaj çok güzel. Filmi değerlendirmeye oyunculardan ve bazı ayrıntılardan başlayım. Cem Yılmaz'ın Hokkabaz'daki performansından sonra Ata Demirer de Osmanlı Cumhuriyet'inde sadece komedi oyuncusu olmadığını göstermiş. Vildan Atasever ise yine sesten kaybediyor. Bu iki oyuncunun canlandırdıkları karakterler arasında sayısız romantik komediye konu olan türden bir aşk hikayesi mevcut. Klişeleri sevmeyen bir izleyici olarak "Ulan bi filmde de bir görev ya da iddia için birini kendine aşık eden karakter, bu süre içinde karşısındakine aşık olmayıp görevini başarıyla tamamlasın kurban kesecem" dedim filmi seyrederken. Zaten bu klişe aşk hikayesi olmasa film muhtemelen daha iyi olurdu. Sanırım olaylar padişahın psikolojisiyle ve onun gözünden anlatıldığından böyle bir hikayeye ihtiyaç duyulmuş. Ama her tarafından dram fışkıran bir ülkede bir padişahın yalnızlığı ve dramı çok da ilgi çekici gelmiyor izleyiciye.
Asıl mevzuya gelecek olursak, insan psikolojisinden çok fazla anlamam ama bir şeyin değerini anlatmanın en iyi yolunun onun yokluğunu göstermek olduğunu da bilirim. (Burada çok sevdiğim 1946 yapımı "It's a Wonderful Life"a da bir selam durmak gerekir sanırım). Osmanlı Cumhuriyeti de bu yöntemi kullanarak bize Atatürk'ün ve bağımsızlığın değerini bilmemiz gerektiğini gösteriyor. Bununla da yetinmeyip günümüzde bağımsızlığımızdan verdiğimiz ödünleri de oldukça şık bir biçimde eleştiriyor (Tam olarak doğru hatırlamıyor olabilirim ama "Para veren buyruk da verir" gibi bir söz vardı filmde. Bu sözü çok beğendim). Filmin komedi yönü ise biraz zayıf kalmış. Halihazırda böyle güzel bir fikir varken işin komedi tarafına hiç bulaşmasalar mıymış acaba diye düşünüyor insan. Bunu söylememin bir diğer nedeni de günümüzde Atatürk'ün bu ülke için yaptıklarının ve tam bağımsızlığın öneminin küçültülmesi ve gözden düşürülmesi amacıyla yapılan çalışılmaların yoğunlaşması. İşte tam da bu sebepten komediyi bir tarafa bırakıp sadece Atatürk'ün ve tam bağımsızlığın önemi çok daha çarpıcı ve vurucu bir biçimde anlatılsaymış keşke diyorum.

27 Kasım 2008 Perşembe

Topkapı

Tamamına yakını İstanbul'da çekilen, 1964 yapımı Hollywood filmi. Başta Ocean's Eleven olmak üzere çok sayıda soygun filminin de atası ve esin kaynağı. Hatta imdb de Missiom Impossible serisine de esin kaynağı olduğu şeklinde iddialar mevcut. Peter Ustinov'a en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar'ını getiren filmde Ege Ernart, Senih Orkan ve Danyal Topatan gibi Türk oyuncular da rol almış. Rol almaları da son derece yerinde olmuş. Bu sayede bizim bile anlamakta güçlük çektiğimiz abuk subuk bir Türkçe konuşan Türk karakterlere rastlamıyoruz filmde. İstanbul'da çekilen diğer Hollywood filmlerini (Örn: From Russia With Love) izleyenler ne demek istediğimi gayet iyi anlamışlardır. Filmin bonusları ise 60'ların İstanbul'undan manzaralarla tavla, yağlı güreş ve türküler gibi bize ait motifler. İzlemeyenlere tavsiye olunur.

120

Filmin öyle bir hikayesi var ki mutlaka anlatılmalı, dinlenmeli, izlenmeli. İnsanın kendi tarihine ait gerçek ve bu kadar vurucu bir olay karşısında duygulanmamasına ya da gözlerinin dolmamasına olanak yok. Zaten film ekibi de hikayeyi yeterli görmüş olacak ki filme çok da fazla özen göstermemiş. Özellikle son derece sıkıcı ve durgun olan ilk yarı izleyiciyi hikayeye hazırlamak yerine konudan uzaklaştırıyor. Neyse ki filmin ikinci yarısında durum toparlanıyor ve insan ister istemez kendini bu duygu seline kaptırıveriyor. Sonuç ne olursa olsun bugüne kadar çok da fazla su yüzüne çıkmamış olan bu kahramanlık destanını bir sinema filmine dönüştürenlere teşekkür etmek gerekir diye düşünüyorum. Bu arada filmin sonundaki bayrak geçişi sahnesi gerçekten muhteşemdi. Kim düşündüyse tebrik ederim. Son olarak o güzel yüzü ve sesiyle süslediği oyunculuğu için Özge Özberk'e teşekkür edip iyi ki varsın demek de boynumun borcu.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Beyaz Melek

Filmi ne çok iyi ne de çok kötü buldum. Bu kadar iyi oyuncunun bulunduğu bir çalışmayı çok iyi bulmamamın en önemli nedeni ise filmdeki aşırı didaktik hava. Film bize hiç düşünme ya da yorumlama imkanı tanımıyor. Çok fazla konuda mesaj vermeye çalışırken bu mesajları da konunun içinde öğüterek değil de doğrudan senaryoda yer alan diyaloglarla vermeyi amaçlıyor. Bununla da yetinmeyip nerede ne kadar duygulanmamız, nerede ne kadar gözyaşı dökmemiz gerektiğine bile karar veriyor. Bunu söylememin nedeni filmin müziklerinin sitcomlardaki kahkaha efektleri gibi kullanılması. Bir başka deyişle müziklerin izleyiciyi kendisinden beklenen tepkiyi vermeye zorlama amacıyla kullanılması. Bunların yanında görüntü yönetmeninin gerçekten iyi bir iş çıkardığı kanısındayım. Sonuç olarak aşırı didaktik bir anlatım olmasaymmış, Prag Filarmoni Orkestrası'na çaldırılan başarılı müzikler de yerinde ve kararında kullanılsaymış çok daha güzel bir film olurmuş diye düşünüyorum.

10 Kasım 2008 Pazartesi

08/09 Fenerbahçe - Galatasaray

Yine aylardan Kasım. Maçtan önce Benfica galibiyetinin de etkisiyle özgüveni yüksek olan taraf Galatasaray. Özellikle Galatasaray taraftarının "6 Kasım'ın intikamını 9 Kasım'da 9-0'la alacağız" sözleri ve Hıncal Uluç'un "Galatasaray'dan 2 takım çıkar biri gider İnönü'de Beşiktaş'ı diğeri de Kadıköy'de Fener'i yener" deyip Galatasaray'ın farklı kazanacağını öngörmesi bu özgüvenin göstergesiydi. Fenerbahçe taraftarı ise geçmişten gelen güvenle "Mazlum'u getiren bana" ve "Eşeğe köyde binilir, aslana Kadıköy'de" diyordu. Ben de maça birkaç saat kala muhtemel 11'de Maldonado'nun yer almamasının sevincini doyasıya yaşıyordum. Maç saati gelip çattığında ise bulunduğum yerde maç izleme imkanım yoktu. Bir hareketlenmeler olduğunda yanımdaki arkadaşlarla birlikte mekandaki garson çocuğa ne oldu maçta diye sorduk. Lincoln'un golüyle Galatasaray'ın 1-0 öne geçtiğini söyleyen çocuk, yüzündeki gevrek gülümsemeden anladığım kadarıyla Galatasaraylı'ydı. Bu haberi gülümsemeyle karşılamamızdan (Herhalde yılların getirdiği nasıl olsa kazanırız rahatlığından) Galatasaray'lı olduğumuz gibi bir sonuç çıkartmış olacak ki yukarıda bahsettiğim özgüvenin de etkisiyle çok pis fark atacaz Fenere diye de ekledi. Polemiğe girme gereği duymadık. Bir kaç dakka sonra aynı çocuk üzgün bir şekilde geri geldiğinde ahanda gol attık galiba diye düşünüp "Ne oldu gol mü var maçta?" diye sordum. Selçuk attı 1-1 oldu dedi (Selçuk mu? Ulan oğlum bu çocuk kesin bizimle kafa buluyor). Maçın başlamasından birkaç dakika sonra gelen 2 golün de etkisiyle hemen maçı izleyebileceğimiz bir mekan arayışına girdik. Biz boş bir mekan bulana kadar Emre Aşık çoktan golünü atıp gerçek Fenerbahçeli olmuş, skor da 2-1'e taşınmıştı. Neyse sonunda düzgün bir yere kendimizi attık. Böylece Fenerbahçe'nin her zamanki gibi çubuklu formayla, Galatasaray'ın da bu sene kendisine uğurlu gelen ve çokonat satışlarında patlamaya yol açan turuncu formasıyla maça çıktığını görmüş oldum. Kaya kafalardan muzdarip biçimde ilk yarıyı tamamladıktan sonra ikinci yarı daha düzgün bir yere geçtik. Çok geçmeden de Galatasaray Roberto Carlos'un kullandığı serbest vuruşta tek kişilik baraj kurmanın bedelini ödedi ve durum 3-1 oldu. O sıralarda el değmemiş temiz bir lig isteyen takımın futbolcuları ellerini kullanarak gol bulmak için baya uğraştılar ama bu denemelerin hepsi sarı kart görmeleriyle sonuçlandı. Derken bir de baktık ki dakika 90 olmuş 2 hafta önce klas futbolu ve gözyaşlarıyla geri dönen Deivid bu kez de cilayı çekip yengeç dansına başlamış. Maç bittiğinde ise "Kadıköy'de Fener kötüyse kazanır iyiyse fark olur" tezi çürümüş (3 farklı galibiyeti fark olarak kabul edenler için), güne aşırı özgüvenle başlayan Galatasaray taraftarı ise birkez daha post Kadıköy sendromuna yakalanmıştı.

9 Kasım 2008 Pazar

Zıpır Bilmeceler

Çocukluğu 90'ların başına gelenlerin aşina olduğu bilmecelerdir. En sık görülen versiyonları ".... 10'a ne denir?" şeklindedir. Örneklendirmek gerekirse:

SORU: Tuvaletteki 10'a ne denir?
CEVAP: Sif-on
Erken yaşlarda karşılaşılırsa travmayı atlatmak daha kolay olur. Ancak belli bir yaştan sonra bünyede kalıcı hasar bırakabilir. Bu arada örnekte verdiğim soru Yalvaç Ural’ın zıpır bilmeceleri hazırladığı mekan hakkında da ipuçları vermektedir.

8 Kasım 2008 Cumartesi

Pierre Van Hooijdonk

Fenerbahçe’ye geldiği sezonun ikinci maçında Trabzonspor deplasmanında attığı muhteşem frikik golüyle takıma üç puanı kazandırıp maçın ardından da soyunma odasında herkes çılgınlar gibi sevinirken "Arkadaşlar alt tarafı bir maç kazandık, abartmayın" demiş ve bana da ulan bu adam da iş var galiba, zaten oynadığı her takımda bir dolu gol atmış, hadi hayırlısı bakalım dedirtmiştir. Oynadığı süre boyunca da performansıyla yüzümü kara çıkartmamıştır. Ayrıca iyi frikik atmanın yalnızca Allah vergisi bir yetenek olmadığını, çalışarak da kazanılabilecek bir özellik olduğunu bütün dünyaya gösteren kişidir.

Juno

Bu kadar çok beğenilmesine anlam veremediğim film. Ne kadar da meraklıymışız olaylara toz pembe bakmaya. Ben şahsen yaşananların tek yönüyle verilmesini hiçbir zaman sevemedim. Hamilelik sürecini anlatan bir filmde Juno'yu bir kez bile midesi bulanırken, başı dönerken, kusarken ya da herhangi bir ağrısı sızısı varken görmüyoruz. Filmin tek akla yatkın sahnesi okulda Juno'nun karnına dik dik bakan öğrencilerdi herhalde ki o da törpülenmiş bir gerçeklikti. Normalde laf atıp dalga geçen tipler de olmalıydı. Juno'nun babasının 16 yaşındaki kızının hamileliğine olan tepkisizliği de harikaydı hani. Yanlış anlaşılmasın vursun kırsın demiyorum da insan böyle birşey duyduğunda en azından oturduğu koltuktan kalkar.
Filmin imdb puanına ve aldığı tepkilere (10 kişiden 8'inin "Aman da ne kadar sıcak, samimi film" ve "Juno karakterine bayıldım" demesi) bakınca ütopik bir ortam yaratıp bir olayı sadece güzellikleriyle anlatmanın başarılı bir taktik olduğu sonucuna varıyoruz ama ben hiç beğenmedim. Hele bir de sadece güzellikleri yansıtılmaya çalışılan konu ergen hamileliği olunca ve ergen hamilemiz izleyenlerin gözünde yüceltilince (akıllı, soğukkanlı, hazırcevap vs.) iş daha da sinir bozucu bir hale geliyor. Sonuçta ortaya "hamilelik iyidir, zaten çok da kolay bir süreçtir, süreç kolay olduğundan 9 ay karnınızda taşıdığınız öz çocuğunuzu da bir başkasına vermek sizde en ufak bir psikolojik sorun yaratmaz" mesajı çıkıyor.
Özetle bir film, bir belgesel ya da bir kitap bir durumu tek bir açıdan yansıtıyorsa belirli bir amaç için yapılmış demektir. Bu filmin amacının da kürtaj karşıtlığı olduğunu anlamak çok zor değil. Bunun yanında asıl amaçlarından sapıp ergen hamileliğini de özendirmişler ki 2 tane aksiyon filmi izledikten sonra gaza gelip okulunu basan, 6-7 kişiyi de öldüren gençlerin olduğu A.B.D.'de bu filmi izledikten sonra ben de Juno olacağım diyen 15-16 yaşında genç kızlar çıkmaz diye ümit ediyorum.

7 Kasım 2008 Cuma

Control

Joy Division'ın 23 yaşında intihar eden solisti Ian Curtis'in müzikteki başdöndürücü yükselişiyle eşzamanlı olarak hayattaki düşüşünü anlatan 2007 yapımı siyah beyaz film. Sam Riley filmde adeta Ian Curtis olmuş. Ian'ın eşi Deborah Curtis'i canlandıran Samantha Morton'un oyunculuğu da kusursuz. Oyunculuğunun yanında güzelliğiyle de Casablanca'daki Ingrid Bergman'dan sonra siyah beyaz renklerin (Gerçi siyahla beyazın renk olup olmadığı tartışılır da) en çok yakıştığı kadın olmuş. Filme gelince sadece "Love will tear us apart"ın girdiği sahne için bile izlenmeli diye düşünüyorum.

Sydney White

Modern "Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler" lezzetini yakalayabilmiş bir film. Masalda yaşananların günümüze uyarlanışı oldukça başarılı olmuş. Özellikle zehirli elma olayını Apple marka notebook'un hacklenmesine dönüştürme fikrini çok beğendim. Bütün bunlara rağmen film çok fazla klişe içeriyor ve bu nedenle de zaman zaman sıkıyor.

4 Kasım 2008 Salı

Dinara Safina

Henüz herhangi bir Grand Slam şampiyonluğu olmamasına rağmen bana göre 2008 yılına damgasına vuran bayan tenisçi. Bu yıl 4 turnuva kazandı ama olay yaratan performansını Roland Garros'da sergiledi. Önce Sharapova'yı sonra da Dementieva'yı ilk seti verdiği ve ikinci sette de geriye düştüğü maçlarda mağlup etti. Yarı finalde de bir başka vatandaşı Kuznetsova'yı geçip finale çıktı. Özellikle Sharapova ve Dementieva'yla yaptığı maçlar tartışmasız Roland Garros 2008'in en zevkli maçlarıydı (Tıpkı aynı ay içerisinde A Milli takımımızın EURO 2008'de geriden gelerek kazandığı maçlar gibi). Buna rağmen finalde kaybetti. 2 ay sonra da Pekin'de Olimpiyat finaline çıktı ama yine kaybetti. Bu performansı onu gün itibariyle Dünya Sıralaması'nda 2. sıraya kadar çıkardı. Bana göre gücü ve yeteneği onu zirveye de taşıyacaktır. Ama en önemli problemi maç esnasında hırsını ve sinirlerini kontrol altına alamayışı. Bu nedenle de maç içindeki bölümlerde zaman zaman rakibini korttan silip, bazen de kendi eliyle galibiyeti rakibine teslim edebiliyor ki şu anda da izlemekte olduğum Sony Ericsson WTA Masters Cup maçında Venus Williams karşısında büyük avantaja sahipken aynı oyunda 3 çift hata yaparak servisini kırdırdı ve oyunu zora soktu. Hırsını ve sinirlerini kontrol altına almayı öğrenip maç içi istikrarını da daha yukarılara taşıyabilirse uzun yıllar bayan tenisinin bir numarası olabilir. Bence maç içi istikrar ve soğukkanlılık konusunda kendisine örnek alması gereken kişi erkekler tenisinin son 5 yılına damgasını vuran Roger Federer'dir. Tabi Federer kadar soğukkanlı olabilmek çok zor ama Safina maç içerisinde onun yarısı kadar soğukkanlı kalabilirse şu anki performansının çok üzerine çıkar.
Sonuçta geçen yıla kadar herkes ondan Marat Safin'in küçük kız kardeşi diye bahsediyordu, ancak bu yıldan itibaren bu tabir pek kullanılmıyor. Hatta böyle giderse ileride Marat Safin'i hatırlatmak için "hani Dinara Safina'nın bir abisi vardı ya" tabiri de kullanılabilir.

Denizköy

Çandarlı ile Dikili'yi deniz kıyısından bağlayan yol üzerinde bulunan köy. Muhteşem bir koya sahiptir. Her ne kadar bina sayısı kooperatifler yüzünden on yıl öncesine göre iki üç kat artmış da olsa halen harika denizi ve sessiz sakin ortamı ile ideal emekli mekanıdır. Bahçelerinde sebzelerini yetiştiren, tekneyle denize açılıp balık avlayan insanların yeridir. Yazın bile haftasonları dışında plajdaki insanların sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Keşfedilmemesinin hakkında daha hayırlı olacağını umduğum güzelliktir.

3 Kasım 2008 Pazartesi

The Hunting Party

En baştan söylemeliyim ki filmi oldukça başarılı buldum. Uzun süredir bu kadar az aksiyon içerip de bu kadar sürükleyici olan bir macera filmi izlememiştim. "The Hunting Party" savaşa dair söyleyecekleri olan ve bunları çok da güzel söyleyen bir film ama asla bir savaş filmi değil. Örneğin tam bir savaş filmi olan "Schindler's List"i izlerken bütün film boyunca yüzünüzde en ufak bir tebessüm bile olmaz ama "The Hunting Party"de aralarda Chuck Norris'i gördüğümüz öyle sahneler var ki izlerken kahkayı basıyor insan. Bunun yanında Müslüman Saraybosna da filmde oldukça iyi yansıtılmış. Doğu kültürünün birçok öğesi es geçilmemiş. Simon ve Duck'un bildiğimiz kahvehanede, bildiğimiz Türk kahvesi içtiği bir sahnede fonda da bildiğimiz bir melodi duyuyoruz. Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar.. melodisi.
Sonuç olarak film çocuk yaşta televizyonlardan da olsa tanık olduğumuz Bosna Savaşı'na dair sözler söylüyor ve bunu alışılmışın aksine eğlenceli ve özellikle de sonlara doğru sürrealleşen bir macera üzerinden yapıyor. Ben hem ana karakterlerin başından geçen macerayı hem de savaş ve sonrası hakkında ortaya koyulan görüşleri çok beğendim. Birbirine benzeyen filmlerden sıkılanlara tavsiye ederim.

2 Kasım 2008 Pazar

The Hitcher

Böyle filmleri izledikçe Seven ya da Saw gibi seri katil filmlerinin değeri gözümde daha da büyüyor. Hiçbir amacı olmayan bir katil var filmde. Adamın geçmişini, amacını, neden önüne geleni öldürecek kadar manyaklaştığını bilmiyoruz. Tek bildiğimiz adamın neredeyse New Mexico'da sağ polis bırakmayacak kadar polis öldürmesine rağmen başroldeki narin üniversiteli kızımız (Sophia Bush) tarafından öldürülmesi. Ama Allah için eğitici bir tarafı da vardı filmin hani. Mesela ben bu filmden ellerin biraz kanayacak kadar sıyrılmasıyla kelepçeden kurtulunabildiğini ve benzin sızdırırken ateşe verilip alevler içinde kalan bir arabadan en ufak bir hasara uğramadan çıkılabileceğini öğrendim. Ha bir de helikopterlerde bulunan polislerin GTA oyunlarındaki gibi suçlunun ağzına zıçmaktansa, yerde bulunan polislerin öldürülmesini ve sıranın kendilerine gelmesini beklediklerini öğrendim.

1 Kasım 2008 Cumartesi

30 Days of Night

Filmler kurgudur, mantıksızlıklar olur, çok da takılmamak lazım. Ama bir filmin ana konusu bir mantıksızlık üzerine kurulu olunca da görmezlikten gelinemiyor. Filmin başında olayların geçtiği kasabada 30 gün boyunca gece olduğuna ve bu süre zarfında bölgeye gidiş geliş olmadığına dair bir yazı görüyoruz. Eyvallah kabul de vampirler daha ilk günden telefon hatlarını kesiyor. Kocasını, kardeşini, anasını, babasını kasabada bırakıp ayrılan insanlar var. Bu insanlar yakınlarından 30 gün boyunca haber alamamayı normal mi karşılıyorlar. 30 günlük karanlık başlamadan hemen önce kasabadan kalkan uçak karanlıkta uçamıyor mu ki böylesine acil bir durumda insanlar 30 gün boyunca kaderleriyle baş başa kalıyorlar. Tabi bir de şöyle birşey var ki akıllara zarar. Vampirler tarafından ısırılan kişiler normal insanlara saldırırken, ısırılmış birinin kanını kendinize damardan enjekte ederseniz iyi huylu vampir olup insanlara değil sadece diğer vampirlere saldırıyorsunuz. Kısacası çizgi romanda da böyle mi bilemiyorum ama filmde ciddi mantık ve tutarlılık hataları mevcut. Bununla birlikte başarısız oyunculuk performansı da cabası. Filmin tek olumlu tarafı ise görsel açıdan tatmin edici olması. Özellikle vampirlerin kasabaya topluca saldırdıkları ilk gün yaşananları "shotgun" sesleri eşliğinde kuşbakışı olarak izlediğimiz bir sahne var ki gerçekten görülmeye değer.
Blog Widget by LinkWithin